Kitap Tanıtımı: Direnme Savaşı / Zulmün Mimarisi, Direnişin Hafızası: “Direnme Savaşı” ve Kuyu Tipi Hapishaneler Üzerine

Zulmün Mimarisi, Direnişin Hafızası: “Direnme Savaşı” ve Kuyu Tipi Hapishaneler Üzerine

“Unutmadım. Teslim olmadım.”

Bu cümle yalnızca bir kitap alıntısı değil; bir çağrı ve insanlık sınavının özüdür. Vietnamlı yazar ve özgürlük savaşçısı Nguyen Duc Thuan’ın kaleminden çıkan Direnme Savaşı, sadece tanıklık edilerek yazılmış bir kitap değil, devlet şiddetinin sistematik mimarisiyle insan iradesi arasındaki çarpışmanın belgesidir.

Bu kitap, bireyin sınırlarını zorlayan hücrelere karşı kolektif bir onurun, yalnızlığa karşı örgütlü bir direnişin, unutmaya karşı hafızanın yükselişini kayda geçerken, bugüne de ses verir: Vietnam’ın Poulo Condor adasındaki “kaplan kafeslerinden” Türkiye’nin kuyu tipi hapishanelerine uzanan görünmeyen bir çizgi çizer. O çizgide yürüyenlerin ortak dili direniştir. Direnme Savaşı bu ortak dili konuşur.

Poulo Condor’da Kurulan Cehennem

Nguyen Duc Thuan, 1956 yılında tutuklandığında Vietnam henüz resmen savaşta değildi ama halk çoktan ayağa kalkmıştı. Thuan, Saygon rejiminin ABD destekli aygıtları tarafından gözaltına alınır ve Güney Vietnam’ın en bilinen hapishane adası olan Poulo Condor’a gönderilir. Fransız sömürgeciler tarafından inşa edilen bu hapishane adası, 1954’ten itibaren Amerikan çıkarlarının hizmetine girer. Ve burada kurulan “kaplan kafesleri” adı verilen küçük hücreler, modern tecrit sistemlerinin ilk modeli haline gelir.

Kaplan kafesleri, yüksekliği ancak oturmaya veya diz çökmeye izin verecek kadar tavanı alçak, havalandırması olmayan, dışkı ve idrarın temizlenmediği, gün ışığını birkaç dakika görebilecek kadar açık, ve sadece “hayatta kalınsın” diye değil, “yavaş yavaş ölünsün” diye tasarlanmış mekanlardı. Ancak Thuan’ın satırlarında bu kafesler yalnızca fiziksel değil; ideolojik ve psikolojik bir mühendisliğin ürünüdür. Zira amaç yalnızca bedeni değil, iradeyi teslim almaktır.

“Kaplan kafesi dedikleri şey, bir tür mezardı. Yaşayanlar için kazılmış. Günde yalnızca birkaç yudum su, birkaç saniyelik güneş, ve saatler süren işkence… Ama her gece, kendime şu sözü verirdim: Yarın yine dayanacağım.”

(Nguyen Duc Thuan, Direnme Savaşı)

Thuan’ın satırlarında, o kafesler yalnızca tecritin değil, insan aklının nasıl örgütlü bir şekilde işkenceye maruz bırakılabileceğinin mekansal karşılığı olarak belirir. Direnme Savaşı, bu bağlamda sadece kişisel tanıklık değil; devlet şiddetinin kurumsallaşması üzerine yazılmış en çarpıcı edebi belgelerden biridir.

Poulo Condor’daki kaplan kafeslerinin bugünkü izdüşümünü görmek için haritayı çok uzağa çevirmeye gerek yok. Türkiye’de “kuyu tipi” olarak anılan yapılar mimari değil,

ideolojik bir tercihin ürünüdür. Fiziksel değil, siyasi bir projedir. Bu hapishanelerde esas alınan şey, bireyin örgütlü iradeye sahip olup olmadığıdır…

Bu yeni kuyu tipi model, 2000’li yıllarda F tipi hapishanelerle başlamış, özellikle son yıllarda S, R ve Y tipiyle derinleşmiştir. Yüksek güvenlikli, dar mimarili bu yapılar, 23 saat boyunca tek başına kalmayı, 1 saatlik havalandırmada dahi insan teması olmamasını, sosyal ilişkilerin tamamen kesilmesini temel alır.

Yani bu sistemin hedefi “disiplin” değildir, “çözülme”dir.

“Kimi zaman, parmaklıklardan sızan bir gölge bile arkadaş olur insana.

Kimi zaman, uzaktan gelen bir ayak sesi umut verir.

Ve kimi zaman, yalnızca inandığın bir sözü sessizce tekrar edersin.

İşte o zaman hayattasındır hala.”

(Nguyen Duc Thuan, Direnme Savaşı)

Thuan’ın cümleleri, bugün Türkiyenin dört bir tarafındaki Hapishanelerinde yankılanmaktadır. Aradaki fark, yalnızca coğrafyadır.

Hücreye Karşı Hafıza

Thuan’ın kitabı, bir anlatıdan çok bir karşı koyuştur. Her satırında yalnızca bir anı değil, bir örgütlü direniş biçimi saklıdır. Yazmak, o koşullarda bir eylemdir. Hatırlamak, bir başkaldırıdır. Dili korumak, öfkeyi örgütlemektir. Direnme Savaşı, tam da bu yüzden salt bireysel bir öykü değildir; kolektif bir mücadelenin bireysel izidir.

Türkiye’de Özgür Tutsakların 2000 yılında başlattığı ölüm orucu eylemleri, 2020’li yıllarda yeniden yükselen açlık grevleri… hepsi bu ortak iz üzerinde ilerler. Direnişin fiziksel boyutu kadar kültürel ve ideolojik zemini de vardır. Tıpkı Thuan gibi, Türkiye’de de her Özgür Tutsak, bir cümlelik yazıyla, duvara çizilen bir işaretle, göz göze gelinen bir anla bu direnişi sürdürür.

“Adımı unuttular. Ama mücadelemi asla unutamayacaklar.”

(Nguyen Duc Thuan, Direnme Savaşı)

Hapishaneler, devletin kendi korkularını da içeri hapseder. Özellikle siyasi tutsaklar ya da özgür tutsaklar söz konusu olduğunda, hücreler yalnızca cezalandırma araçları değil, bir tür hafıza silici mekanlara dönüştürülmek istenir. Direnme Savaşı bu hafıza mücadelesinin tanıklığını yapan en güçlü metinlerden biridir. Onu yalnızca bireysel acının kaydı olarak değil, devletin düşünceye karşı yürüttüğü savaşın mekansal tarihçesi olarak da okumak mümkündür.

Kaplan kafeslerinin inşa edildiği Poulo Condor Adası, Fransız sömürgeciliğinin Vietnam’daki ceza sistemiyle doğrudan ilişkilidir. 1862’de kurulan bu hapishane, başta anti-sömürgeci devrimciler olmak üzere, örgütlü siyasi hareketleri susturma aracı olarak planlanmıştı. Ancak bu yapı, yalnızca Fransızların değil, sonrasında Amerikan destekli Güney Vietnam hükümetinin de aynı sistematik tecriti devam ettirdiği bir laboratuvara dönüştü.

Benzer bir sürekliliği Türkiye’de de görmek mümkündür. Osmanlı döneminde Bekirağa Bölüğü ile başlayan politik tecrit, Cumhuriyet’in ilk yıllarında sıkıyönetim mahkemeleriyle, 12 Eylül sonrası askeri hapishaneler ve 2000 sonrası F, S, Y ve R tipi hapishanelerle bugüne taşınmıştır. Özellikle 2000 yılında 19 Aralık’ta gerçekleştirilen “Hayata Dönüş Operasyonu”, devrimci tutsakları “kurtarma” değil, örgütlü iradeyi parçalama harekatıydı. Bu, tıpkı Poulo Condor’da olduğu gibi, dışarıdan yapılan bir “mekansal darbe”ydi.

F tipiyle başlayan yüksek güvenlikli hapishane modeli, sonrasında S, R ve Y tipiyle daha da radikalleşti. Bu yapılarda temel ilke, insanın yalnız bırakılmasıdır. Ancak mesele sadece fiziksel yalnızlık değildir. Bu sistemde ziyaret sınırlıdır, mektup hakkı denetlenir, kitap sayısı kota altına alınır. Yani amaç, bireyin zihinsel, kültürel ve duygusal varoluşunu da yalıtmaktır.

Burada artık hücre, dışarıya değil, içeriye kapalıdır. Yani insanın kendi bilinciyle baş başa kaldığı, yavaş bir çözülmenin planlandığı mekanlardır bunlar. Vietnam’daki kaplan kafesleri ile Türkiye’deki kuyu tipi hücreler arasında bu anlamda yapısal benzerlik değil; işlevsel özdeşlik vardır. Devlet artık suçluya değil, düşünceye saldırır.

“İşkence bazen vücuda yapılmaz.

Sessizliktir, soğukluktur, hiçliktir.

Ve bunlara direnen bir yürek, o devasa devletin korkusudur aslında.”

 (Nguyen Duc Thuan, Direnme Savaşı)

Direnme Savaşı, bir edebiyat eseri ile politik tanıklık arasındaki sınırda durur. Kitabın anlatıcısı yalnızca yaşadıklarını değil, o yaşanmışlığın metafizik yükünü de dile getirir. Bu yönüyle kitap, Walter Benjamin’in tanımladığı anlamda “felaketin tarihini yaşayanların değil, anlatanların yazması gerektiği” tezine karşı çıkar: Thuan, felaketi hem yaşamış hem yazmıştır.

“Adımı unuttular. Ama mücadelemi asla unutamayacaklar.”

(Nguyen Duc Thuan, Direnme Savaşı)

Bu cümle, sadece bir kişinin değil, bir halkın iradesinin manifestosu gibidir. Kitabın etkisi de burada yatar: kişisel olanın politikleşmesi, politik olanın yazınsallaşması.

Benzer metinleri Türkiye’de de görmek mümkündür. Örneğin TAYAD’lı Aileler’in mektupları, tutsakların kaleme aldığı “duvar yazıları”, mahkeme savunmaları ya da ölüm orucu günlükleri hepsi aynı direniş geleneğinin farklı yazınsal biçimleridir. Dolayısıyla Direnme Savaşı, yalnızca Vietnam’a değil, Türkiye’nin hapishane yazınına da açılan bir penceredir.

Tecrit mekanı olarak hapishanenin nasıl inşa edildiği, hangi ideolojinin temsil edildiğini doğrudan yansıtır. Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu adlı eserinde, cezalandırmanın modernleşmesinin aynı zamanda gözetime dayalı bir tahakküm biçimi olduğunu vurgular. Ancak kuyu tipi hapishanelerde yalnızca gözetim değil; mutlak görünmezlik esastır.

Thuan’ın kaplan kafesinde yaşadığı deneyimle, bugün bir Özgür Tutsakların yaşadıkları arasında belki 60 yıl, 10 bin kilometre fark vardır. Ancak ortak nokta şudur; her iki yapı da insanı yalnızca fiziksel değil, sembolik olarak da yok etmeye yöneliktir. Bu yok saymaya karşı verilen direniş ise, “hafıza inşası” üzerinden gerçekleşir. Direnme Savaşı, bu hafızanın temel taşlarından biridir.

Nguyen Duc Thuan’ın “Direnme Savaşı” adlı kitabı yalnızca Vietnam’daki zindanların karanlığına değil, benzer baskı aygıtlarının evrenselliğine de ışık tutar. Poulo Condor Adası’ndaki “kaplan kafesleri” yalnızca geçmişteki bir zulüm biçimi değil, bugün dahi yaşayan bir hapishane paradigmasının sembolüdür. Bu sembol, Türkiye’de S, Y ve R tipi  kamuoyunda bilinen adıyla “kuyu tipi”  hapishanelerde karşımıza çıkar.

Bu yapılar, fiziksel olarak yerin altına gömülmüş hücreleri, izole edilmiş yaşam alanları, kapalı devre iletişim sistemleri ve sosyal temasın neredeyse sıfırlandığı bir düzenekle tanımlanır. Ancak asıl amaç, bedensel değil, zihinsel ve örgütsel yalıtımdır. Bir Özgür Tutsağı yalnız bırakmak, onu düşünce, haber, dayanışma ve tarihsel süreklilikten koparmak, onu bireyselleştirerek ideolojik çözülmeye zorlamaktır. Tıpkı Thuan’ın anlattığı gibi, pişmanlık dayatması Türkiye’de de en sert biçimiyle uygulanır.

19 Aralık 2000 tarihinde gerçekleşen Hayata Dönüş Operasyonu’nun ardından F tipi hücre sistemine geçişle başlayan bu süreç, kuyu tipi hapishanelerle daha da derinleşmiştir. Yüksek Güvenlikli Hapishaneler yalnızca ceza değil, kimlik silme, irade kırma, örgütsel sürekliliği dağıtma mekanlarına dönüşmüştür. Ancak bu mekanlar da direnişin mayasını taşıyan yerler haline gelmiştir.

Vietnam’da kaplan kafeslerinde ezilen kemikler, Türkiye’de kuyu tipi hücrelerde açlık grevleriyle, not kağıtlarıyla, demir kapıya üç kez vurulan mors alfabesi sesleriyle karşılık bulur. Tüm bu hapishanelerde yankılanan ortak bir cümle vardır:

“Teslim olmayacağız.”

Direniş, yalnızca hayatta kalmak için değil, hakikati dışarıya taşımak içindir. Bu yüzden Direnme Savaşı, yalnızca Thuan’ın anlatısı değildir; bugünün özgür tutsaklarının da sesidir. Yazının başında alıntılanan cümleyi şimdi yeniden hatırlatmak gerekir:

“Unutmadım. Teslim olmadım.”

(Nguyen Duc Thuan, Direnme Savaşı)

Bu söz, bir tutsağın kişisel direnişi değil, kuşaklar boyunca taşınan kolektif bir bilincin özüdür. Poulo Condor’dan Kuyu Tipi Hapishanelere uzanan çizgi, tarihin unutturamadığı bir ısrarın, susturamadığı bir sesin haritasıdır.

Bugün bu sesi duyabilmek, yalnızca bir edebiyat metnini okumaktan daha fazlasını gerektirir. Bu ses, bizden hatırlamamızı, görmemizi, yazmamızı, konuşmamızı ister. Çünkü hakikat, ancak hatırlandığında özgürleşir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Benzer Yazılar