Deneme: Kardeşliğe Kurşun İşlemez…(Hrant Dink’e)

Çok yürümüştük Taksim-Şişli arasında. Hatta bazen havanın güzelliğine kendimizi kaptırıp gecenin geç saatlerinde bile yürürdük. Ama hiç dikkat etmemiştim AGOS gazetesinin bu yol üstünde olduğuna. Ta ki yüzükoyun, sanki yıllardır uykusuz bırakılmışçasına uyuyan ve orada kim var kim yok umurunda olmayan bir insanın fotoğrafını görünceye kadar… Yüzükoyun uzanmış…

O anda tutunacak kimseyi bulamamış, ya da “siz katillere inat” diyerek vatanına sarılmış adeta… Kan alnından ılık ılık akmış ve mayalanmış hemen önünde. Çok da akmak istememiş sanki. Korkmuş gibi. Ürkek ve titrek duruyor. Hrant da hep ürkek, hep tedirgindi; ama burada, bu ülkede kalmakta ısrar eden, başka yerde yapamayan biriydi… Vatanın kutsallığını yaşamak, onun o güzelliğini duyumsamak her zaman insana huzur verir ya, o da öyle hissetmiş olmalı… Vatanından başka yerin ne anlam taşıdığını bilenlerdendi o da. Başka bir ülkede yaşamak, ne kadar kolay bir yaşam sunarsa sunsun hiçbir anlamı olmaz, vatansever bir insan için. Oralar sürgündür, yabancı gelir. Sürgünde yaşamak… Yarım bir ömür tüketmek… Yani her şeyi yarım yaşamak.

Hrant’ı o beyaz kâğıdın altında, yüzükoyun yatar gördüğümde, vatan sevgisini bir kez daha yaşadım, bir kez daha umutlarımı sırtladım ve düştüm yollara… Gidip hayatımızın arasına sıkıştırdığımız ve hiçbir zaman anlatmaya fırsat bulamadığımız gizli anılarımıza… Yasaklı kardeşlik anılarımıza…

Ermeni… Ermeniler… Bizden kabul edilmeyen bir halk. Kafatasçıların küfürlerinin en başında gelen… Ermeni… Ermeniler… Düşman olmamız istenilen bir halk… Ermeniler… Seninle aynı sokakta yaşayan ve aynı oyunları oynadığın, aynı sofraya diz çöküp ekmeğini paylaştığın birine düşman olmak… Ve onlardan her bahsettiğinde “sözde” diyerek konuşmak… Biz hep kardeştik, aynı evlerin içinde gece korku dolu hikâyeleri dinledik… Kimimiz sütkardeşi olduk. Kimimiz sevdalandık, gizli gizli buluştuk önce; sonra sevdiğimizi, canlı olan ne varsa anlattık… Ekine gidince emanet bırakılırken aynı beşiklerde uyurduk… Kiliselerde birlikte mum yaktık sevdiklerimiz için. Dilek diledik gelsinler diye… Kollarımızı açıp onları bekledik… Böylesi duyguları yaşarken, karanlık kuytuluklarda yetim kalan çocukların korku dolu gözlerini de gördük… Kucakladık onları korkuları dinsin diye… Biz hep kardeştik. Aynı şeye seviniyorduk…

Ermeni demişlerdi onlara… Hrant Dink’in ayakkabısının altındaki o delik bizim ortak yanımızdı, kardeş yanımızdı belki de… Yatılı okullarda iç içe olamadık ama her akşam başımıza yorganı geçirdiğimizde ağlardık…

Evlerimizi, annemizi, babamızı özlerdik. Her dayak yiyişimizde, bir daha okula ayak basmamak için yemin eder sonra tekrar vazgeçerdik…

Daha çocuktuk… Sonra büyüdük… Katil olmak için değil… Katil olmak gibi bir zalimane düşünce geçmedi hiç aklımızdan… Bizdik hep…

Onlar yoktu yaşamımızda… Türk… Kürt… Laz… Çerkes… Arap… Ermeni… Çoktuk biz…

İnsandık ve bizim her birimizin ayrı isimleri vardı o kadar…

Düşmanlık… Düşman olmak. Aynı kanı taşımıyorduk ama biz hep kardeştik, sokakların orta yerinde, pazaryerlerinde, tarlada tırpanda, işyerinde… Aynı toprak parçasına basardı ayaklarımız; orada karnımız doyardı, orada aç kalır, orada ağlar ve orada gülerdik… Düşmanımız belliydi: Yoksulluk, sömürü… Bir kurşun… Kör bir kurşun değil bu… Tarihin o izbesinden çıkıp gelen bir kurşun.

Oradan gelmiş, o karanlıktan çıkıp can almaya gelmiş. Bir can alırken, sonraki canların hesabını yapan bir kurşun… Kör değil bu kurşun… Tek bir hareketle gidip hedefine ulaşmaz ve ulaştığında da orada duracak bir kurşun hiç değil. Hedefin ötesine geçecek. Rastgele değil; gözden, gezden ve arpacıktan geçerek hedefine doğru giden bir kurşun bu. O hedefin suçu, kimliği, kişiliği, yaşadıkları… İnsanlığı ve erdemleri, vatanı, düşleri, hayalleri hiç ama hiç önemli değil… Tetiği çekenin gözleri yok, bakışsız ve düşüncesiz. Çünkü katiller hiç düşünmez…

Herkes biliyor ki o kurşunu sıkan 17 yaşında değil. Yüz yaşında bir katil o… Herkes biliyor, o gün orada milyonlarca insan yatmıştı… O beyaz kâğıdın altında kaç kişi vardı, hiç baktınız mı? Anadolu’nun her yerinden toplanıp gelmişlerdi; kurşun yaralarıyla, süngü yaralarıyla gelip o beyaz kâğıdın altına sığınmışlardı. Kaç bin Ermeni, titrediğini söyledi… Kaçı ölümü bekledi tir tir titreyerek? O tetiği çekenin ismi Ogün müydü? Yoksa…

Ermeniler… Süngü uçlarıyla “sevilen” bir halk… Sayısını hiç kimsenin bilmediği ve hiç saymadığı ölüleri… Kaç anne feryat ederek evladını kendi elleriyle öldürür? Sayamadık, duymadık çoğunu.

Süngüyle ölüm yerine birbirine sarılıp kendilerini kayalardan aşağı atanların sayısını kim bilebilir ki? Çocuğunun yetim kalmasını istemez bir Ermeni anne ve kendisiyle birlikte çocuğunu da öldürür. Görüyor olmalı bu günleri.

Bunları 17 yaşında biri, beyaz beresini takıp, Trabzon’dan yola çıkıp İstanbul’un orta yerinde yapmadı… İhtiyar bir katil yaptı, ezeli bir düşman. Yüz yaşında biri…

Anneler her zaman hislerine güvenirler; onun için çocukları hakkında yaptıkları hemen her şey doğrudur. Çocuğuyla birlikte intihar etmesi, kurşunların ve süngülerin acısını çocuğu yaşamasın diyedir.

Tarihin çetelesini tutanlara sormak gerekir. Bir halkın yok edilmesi tarihin sayfalarına nasıl geçer? Ermeni deyin ve bakın tarih yazıcısının yüzüne, iyice dikkatli bakın, anlamak için ama… Kaleminin ucuna bakın; Hrant Dink’in başından akan kan gibi, titrek titrek aktığını görürsünüz mürekkebinin… Kanlı bir tarih… Kıyım ne demek gerçekten? Karanlık ne demek? Kurşun… Katil…

Hrant mıydı vurulan, yoksa kardeşliğimize mi sıkıldı o kurşun? Ölen, kâğıttan mezarında yatan, ayakkabısı delik Hrant mıydı, yoksa bin yılların kardeşliği mi?

Şükür, kardeşliğimizi öldürecek kurşun daha imal edilmedi. Edilmeyecek de bizler var oldukça. Bizler var oldukça o kurşunlar hiç işlemeyecek kardeşliğimize…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Benzer Yazılar