Şehit Düştüğü Tarih: 6 Mayıs 2017
Şehit Düştüğü Yer: İstanbul Küçükçekmece
Doğduğu Tarih: 1 Ekim 1999
Doğduğu Yer: Ardahan
Mezar Yeri: Erzincan’ın Çağlayan ilçesi
Sıla Abalay, 6 Mayıs 2017 tarihinde, günün ilk ışıklarıyla, AKP’nin katil polisleri tarafından kaldığı evde katledildi. Direniş geleneğimizi onurla temsil etti Sıla. Katil sürülerinin “teslim ol!” çağrısına zafer sloganlarıyla cevap verdi.
18 yaşında bir Dev-Gençli, Liseli Dev-Gençlidir Sıla. Örgütü akrabalarıyla tanımıştır ama asıl olarak Şafak Yayla’nın öğrencisidir. Genç yaşında sorumluluklar alan Sıla, partinin genç kadrolara güvenle yaklaşımının da en iyi örneklerinden biridir.
Halkımız Sıla’yı ilk kez, katledilen yaşıtı Berkin’e adalet isterken tutuklandığı zaman tanıdı. Sıla, hapishanelerde yaratılan değerleri 122’ler gibi değerlerini savunan bir özgür tutsaktı. 2 aya yakın açlık grevi yaparak, onu ve düşüncelerini teslim almaya çalışan düşmana ne kadar güçlü olduğunu gösterdi. Sıla, 1995’te katledilen Komutan Sibel’in 6 Mayıs 2017’de ete kemiğe bürünmüş halidir. Komutan Sibel’in ölmediğini bizlere bir kez daha göstermiştir.
…
18 yaşındaki Sılalar, direnme tarihinden öğrenmiş, devrimci geleneklerle büyümüş ve yeni gelenekler yaratmıştır. 16’sında halkın umudu, 18’inde kahramanı olmuştur.
18 yaşındaki Sılalarımız şimdi direnme ve savaşma sebebimizdir. Sılalar için direnmeli, katledilen halk çocuklarının hesabını sormak için savaşmalıyız.
“Kendimi Mücadelenin Ortasında Görüyorum. Yeni İnsan’a Ulaşmak İstiyorum” Diyen Sıla, 16’sında Halkın Umudu, 18’inde Halkın Kahramanı Oldu
Sıla, her 15 saniyede bir işçinin hayatını kaybettiği bir dünyada ve her gün yaşanan işçi cinayetlerinde 4-5 işçinin öldüğü bir ülkede yaşıyordu. Çok geriye gitmeye bile gerek yok; 16 yaşındaki işçi Ömer Faruk, 1 Mayıs günü iş yerinde iş cinayetinde katledildi.
Sıla, her dört kişiden birinin işsiz olduğu bir ülkede yaşıyordu. İşsizliğe, yoksulluğa son vermek için mücadele ediyordu.
Sılalar, ekmek almaya giderken katledilen Berkinlerin ülkesinde yaşıyordu.
Yüreği ve bilinci katledilen halk çocuklarının hesaplarını sormakla dolu bir Dev-Gençlidir Sıla. Devrimcilik nedenlerini anlatırken şöyle diyordu:
“Devrimcilik zorunluluktur çünkü
– Enes 10 yaşında, ailesini geçindirmek için çalışmak zorunda, – Tekstilde çalışan İdris’i patronu dövdüğü için,
– Sonevler’de oturan çocuklar konuşmaktan utandığı için…”
Bunun için devrimcilik yaptığını söyleyerek halkımızın, çocuklarımızın maddi ve manevi yokluklarını anlatıyordu.
Altınşehirliler Sıla’yı 2014 yılında tanıdı. Daha 15 yaşındaydı. Halkımız bağrına basmıştı Sıla’yı. Emekçiliğiyle, mütevazılığıyla, güler yüzüyle, sorunlar karşısında pes etmeyişiyle, inadıyla, öfkesiyle kendisini halkına, vatanına adamış bir devrimciydi Sıla’mız…
Evet, Sılalar bizim komutanlarımızdır. Sılalar bizim yol gösteren kılavuzumuzdur. Daha 15’inde halkın sorunları için yanıp tutuşan, çözümler arayan Sılalarımız, komutanlarımız, yol göstericilerimiz oldukça bu halkı kimse yenemez, direnenleri bitiremez.
Ne mutlu ki Sıla gibi komutanlarımız var. Evet, böyle bir ülkede Sılalar direniyor.
18 yaşında Sıla, genç yaşına rağmen; ülkenin, dünyanın sorunlarına vakıftır. Sıla, açlığımızın yoksulluğumuzun, beslenme, barınma, sağlık sorunlarımızın sorumlusunun bu düzen olduğunu bilen, bu düzenin hiçbir sorunumuzu çözemeyeceğini bilen ve bu düzene karşı savaşma kararı almış bir devrimcidir.
Bir röportajında, yoksul halkın sorunlarını ve adaletsizliği ve nedenlerini söyle anlatıyordu Sıla:
“Evet, bu ülkede onlarca çocuk katledildi Uğur daha 12 yaşında 13 kursunla. Berkin ise 14 yaşında katledildi. Bugün Ceylan’ın katiline sadece 28 bin para cezası veriliyor. Biz herkese soruyoruz bir çocuğun canının değeri 28 bin mi?
Uğur Kaymaz Berkin Elvan nezdinde katledilen bütün çocukların hesabını sormak içindir bizim kavgamız.
Evet, biz adalet istiyoruz katledilen çocuklarımızın katilleri ellerini kollarını sallayarak gezememeli. Bu devlet, bu iktidar çocuk katilidir. Bugün Berkin’in Uğur’un katillerini koruyor ama biz bu kampanya ile onlara adaleti uygulattıracağız, katilleri yargılamak zorunda kalacaklar. Tüm dünyaya ulaşacak sesimiz, tüm halka ulaşacak. Berkin Uğur bu halkın çocuklarıdır, bizim savaşımızla halkımız adalet isteyecek.
Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan Kürdistan için, ‘Çocuk da olsa kadın da olsa gereken yapılacak demişti. Haziran ayaklanması sürecinde ‘Polise talimatı ben verdim diyerek saldırıları en yetkili ağızdan sahiplendi.
Tayyip Erdoğan’ın suçu nedir? Azmettiren diyebilir miyiz? Tayyip Erdoğan’ın suçu azmettiren değildir sadece Tayyip Erdoğan’ın suçu bir de değildir o bizzat katildir, soyguncudur. Halkımızın kanını iliğini sömürmüştür, çocuklarımızın canını almıştır, beyinlerini sokağa akıtmıştır. Onun suçu basit değil o halka karşı düşmanlık etmektedir, halk düşmanıdır. Kesinlikle Tayyip Erdoğan’ın yakasındadır bu halkın eli.
…Uğur’ uda unutmadık unutturmayacağız, 40 günlük ayaz bebeği de unutmadık Ceylan’ı da unutmadık gezi şehitlerimizi de unutmadık. Hasan Ferit Gedik’i de unutmadık biz hiçbir şeyi unutmadık bu halkta hiçbir şeyi unutmaz.”
Kendi Hücrede, Aklı Mücadele, Şehit Yoldaşlarında Olan Sıla,
52 gün süren açlık grevini ve tecridi şöyle anlatıyordu:
“Bizimkiler bana kitapta yolluyorlardı. Bir an olsun çıkmıyordu Şafak abi aklımdan her anımda onu düşünüyordum canımın çok yandığını hissediyordum ama bana inanılmaz bir güç oluyordu. Şafak abi tutuklandığımdan itibaren her gece mutlaka rüyamda gördüm Şafak abiyi.
Paylaşamıyordum hissettiklerimi sanırım beni zorlayan buydu. Günler ilerledikçe daha çok anlıyordum tecridi. Sesim kısılmıştı konuşmamaktan ve bacaklarımda ağrı oluşmaya başlamıştı. Bunlara karşı çözümler üretmeye başladım sesli kitap okuyor volta atıyordum. Her şeyi düşmanın kasıtlı yaptığını düşünüyordum. Her gün kapımda o gün gelen yemeğin isimleri sayılıyordu.
Açlık grevinde olmak bana ayrıca güç veriyordu sanki. Direndiğimi düşünüyordum düşmanı aç kaldığım her gün sanki daha çok yeniyordum ve bu bana güç veriyordu. Sanki açlık grevine sarılmıştım. Günler böyle geçiyordu sabırla bekliyordum, dışarıdaki arkadaşları düşünüyordum, gençliği merak ediyordum.
Yalnız hissetmedim hiç. Sanki öğrendiğim her şey önümdeydi. Şafak abiden aldığım eğitim çalışmaları, iç disiplin çalışmaları çok ilginç geliyordu. En son bana verdiği uyguladığımız program tam da yaşayacaklarım içindi. Yani sanki Şafak abi tutsak düşeceğimi biliyor da ona göre çalışma vermişti. Çok canım yanıyordu, Şafak abiyi çok özlüyordum.”
“Sonra gardiyanlar bir gün beni aldılar ve hiçbir şey söylemediler. Kütüphaneye girdiğimde, iste karşımda hiç tanımadığım ama çok sevdiğim beni hiç yalnız bırakmayan iki yoldaşım, ablam vardı. Çok şaşırmıştım onlara sarılınca çok yoğun hissettim. Bırakmak istemedim tanımıyordum. Onları o kadar özlemiştim ki, tutamadım kendimi, gözlerim doldu. Ağladım ama ilk defa akmıştı bu gözyaşları. Başkaydı yani, ben o an hissettiklerimi daha önce hiç hissetmemiştim. Yoldaşlığın ne kadar farklı ne kadar güzel ve gerçekten can pahasına olduğunu hissediyordum.
Yavaş yavaş öğreniyordum özgür tutsaklığı. Tek başıma örgüt olacağım diyordum.”
” Arkadaşlardan cevap gelene kadar doğru düşünmeye çalıştım ve her şeyin nedenini düşünerek bir karara vardım. Bu kararım basit sade ve netti benim için.
Ben Şafak abinin hesabını sormaya karar verdim. Bizim canımızı yakanların canını yakmaya karar verdim düşmana hiç unutamayacağı bir şey yapmak istiyordum”
“Mahkeme günüde belli olmuştu tahliye bekliyorduk. Bunu ilk duyduğumda için çok buruktu. Çıkacağım için sevinmemiştim. Arkadaşları bir daha göremeyecek olmak zoruma gidiyordu. Ama sonra dışarıda ihtiyaç olduğunu Şafak abinin kurumunun artık bizim olduğunu, onun bize bıraktığını ve bizim de ona yakışır şekilde olmamamız gerektiğini düşünerek kendimi dışıyla hazırlamaya karar verdim.”
“Ve bundan sonra yaptığım her şeyi onlar içinde (özgür tutsaklar için) yapacağım. Onlar için daha çok emek vereceğim. …
Canım yoldaşlarıma söz verdim; daha hızlı koşacağım, daha sıkı sarılacağım kavgamıza.
Yaşadığım bu süreçte çok şey öğrendim. Direnmeyi öğrendim, iradeyi öğrendim. Kendimi ölçtüm. Harekete olan bağlılığımı gördüm hareketimiz olmadan hiçbir şey olmayacağımı gördüm.
Hareketimiz benim içime kocaman bir hayatı koydu. Ben hareketimize önderimize şehitlerimize yoldaşlarıma çok büyük bir sevgi ve bağlılık duyuyorum.
14 yaşında 12 yaşında katlediliyor çocuklarımız. Bende 15 yaşında mücadeleye başladım ve 16 yaşımda da tutsak düştüm. Küçük bir yaş diyor arkadaşlarımız tutsaklık için. Ama ben bu küçük yaşta şehitlik gibi bir onuru da yaşamak istiyorum. Son olarak hapishaneden daha olgun daha kararlı ne yapmak istediğini bilen, net olarak çıktığımı belirtmek istiyorum.
Şafak abiyi şehitliğe kadar götüren, savaşçılığa kadar götüren büyük ölçüde Hasan Selim abiydi diye düşünüyorum. Benim içinde Şafak abi olacak. “
“Birçok olumsuz yönüm var düzenden getirdiğim belki de çok kötü yönlerim var ama ben kendimi parti ye adamak istiyorum, partili olmak istiyorum. Bedii Cengiz gibi olmak, Şengül Akkurt gibi, Berrin Bıçkılar gibi olmak bütün olumsuzluklarımı aşmak istiyorum. Melek Birsen Hoşver gibi hepsini yok etmek istiyorum.”
***
Sıla Abalay’ın Tutsakken Yazdığı Yazı
“Ne Kadar Çok Seviyoruz Birbirimizi Değil Mi?
Sevgi Ölümü Nasıl Da Yeniyor”
Nasıl bir özlem nasıl, bir sevda ki bu, “çok özledim çok ama çok seviyorum” demek yetmiyor. Yutkunamıyor insan kelimeler boğazda diziliyor, ben birini düşünürken öyle hızlı çoğalıyor ki kavuşacaklarım, insan koşarak katılmak istiyor bu kervana. Bir yer hayal ediyorum cennet değil. Yıldızlar öyle parlak, öyle derin, bütün dileklerimizin orada olduğu bir yer. Vurulduğumu hayal ediyorum, düşmanın beyninde en büyük zararı vererek orada vurulup düşüyorum.
Son nefesimi verirken, en çok acı çektiğim anda, biri elimi tutuyor. Gözlerimi açıyorum, Şafak abi… Sımsıkı sarılıyorum ona, elimde değil eminim denize akan nehir gibi akar gözyaşlarım.
Siliyor abim gözyaşlarımı, “Hoş geldin! Nerede kaldın” diyor. “Çok özledim” diyor, ben öyle mutluyum ki konuşamıyorum. Tekrar sarılıyor Şafak abi uzunca, sımsıkı. Konuşacak çok şeyimiz var, diyor ve başlıyoruz yürümeye. Yolda bana gençliği soruyor, neler yaptığımızı… Kimleri nasıl eğittiğimizi soruyor. “Gözüm hep sizin üzerinizdeydi” diyor. Anlatıyorum uzun uzun her şeyi. Kızıyorum ona niye beni de yanında götürmedin diye, “Senin daha yapacak işlerin vardı” diyor.
Öyle özlemişim ki onu, onun sesini… Nerede yürüdük, hangi yollardan geçtik bilmiyorum. Bir kapıyı açıyor Şafak abi, yerlerde hep kiraz çiçekleri. Öyle güzel kokuyor ki her yer. Bak diyor ”Sen de en güzel olduğun anda düştün toprağa kiraz çiçekleri gibi”.
Sonra gökyüzüne bakıyorum lacivert ama apaydınlık. Yıldızlarla dolu ve öyle yakın ki, sanki elimi uzatsam bir yıldızı oynatacağım yerinden. Yürüdükçe yoğunlaşıyor kiraz çiçeklerinin kokusu ve bir kapı açılıyor. Ben daha kim olduğunu göremeden sarılıyor bana. Saçlarındaki kına kokusundan anlıyorum Hünkar abla. Gerillaya gitmeden kına yakmıştı saçlarına canım ablam. Sıkıyor yanaklarımı. “Sonunda erdin muradına, 18’ine basmadan aldın kleşi” diyor. Gülüyoruz.
Tekrar tekrar sarılıyorum doyamıyorum ablama, kulağıma fısıldıyor; “Sakın ağlama, hiç mi değişmedi senin şu huyun?” diye tatlı tatlı kızıyor.
Bir bakıyorum ki lüle lüle saçlarıyla Çiğdem abla hızlı hızlı geliyor. Hemen arkasında Berna abla ve Bahtiyar abi. Çiğdem abla hemen sarılıyor ve ardından hızlı hızlı sorular sormaya başlıyor: “Nasılsın, bir ihtiyacın var mı? Bizimkiler ne yapıyor?”
Ve Berna abla giriyor araya “Çiğdem, Çiğdem ay dur özledim bir sarılayım”. Berna ablam benim, o bana kendine güvenmeyi öğretti, bana yere sağlam basmayı öğretti.
Bahtiyar abi gülümsüyor Cephe gülüşüyle. Sarılıyoruz sımsıkı, “hoşgeldin” diyor. Oğuz’u görüyorum “semtimizin kızı” diyor, gülümsüyor o güzel gamzesini izliyorum, sonra
Nasıl özlemişim hepsini. Bir rüya olmasından korkuyorum…
Hep şehitlerimizi görürdüm rüyamda ve sabahları kalkmak istemez tekrar tekrar hayal ederdim gördüklerimi. Şimdi de sanki hiç uyanmak istemediğim bir rüyadaymışım gibi.
Hangisine sarılsam özlemle dolu gözyaşlarımı durduramıyorum. Neler paylaştık biz… Şafak abinin omzunda ağlardım ve o da dayanamazdı gözleri dolardı.
Berna ablanın “sen adaletli olacaksın”, “Kendine güveneceksin” sözleri kulaklarımda yankılanıyor.
Ya Leyla abla, nasıl kafa yorardı mahalleler üzerine. Saatlerce mahalle gençliği üzerine konuştuğumuzu hatırlıyorum. Çiğdem abla otobüste giderken bana Bahtiyar abinin sevdiği türküleri dinletirdi. Bir kez sormuştu Berna abla; “Son kez bir şey diyecek olsan ne derdin” diye. Cevap verememiştim de nasıl pişman olmuştu sorduğu için. Heyecandan cevap veremedim diye nasıl kızmıştım kendime.
Ya Bahtiyar abi… Kar yağmıştı Gazi’ye de karların içine gömmüştü beni.
Benim sabırlı emekçi Mahir abim nasıl dalga geçiyordu benimle, “majezik” diyemiyorum diye. Gülünce daha da kırmızı olurdu o güzel yüzü. Şafak abi şehit düştüğünde ağladığımız için çok kızmıştı ve demişti ki; “Şafak’a da bu yakışırdı. Böyle ölmek yakışırdı, niye üzülüyorsunuz? Devrimciliği bırakmadı, hain olmadı” …
Ben bu anılarla yaşadım gece gündüz, onlara duyduğum özlemle yaşadım. Şimdi onlarla yan yana olduğuma inanamıyorum. Bunları geçirirken içimden, birden çikolata tutuşturuyor biri elime “al” diyor; “kendi eyleminin tatlısı, ilk sen ye!” Bu ses Dayı’mızın sesi. Mahkeme görüntülerini sayısız kere izleyip kabımıza sığamadığımız Dayı’mızın, öğretmenimizin sesi. Dayı’ya sarılıyorum, onu hep merak ediyordum. Hep abilerime soruyor anlattırıyordum, onu tanımak istiyordum. Şimdi bütün sıcaklığıyla, samimiliğiyle karşımda.
Çiğdem abla heyecanlı heyecanlı “hadi hadi diyor halay çekelim”. Ve halaya başlıyoruz. Bir yanımda Bünyamin, bir yanımda Aysun abla…
Bünyamin’e bakıyorum gülümsüyor.
Aysun ablaya bakıyorum yine yeleği üzerinde, boynuma sarılıyor hemen. Aysun ablanın saf, temiz tavırları hep yüzümüzü güldürürdü. Öyle geniş bir çember olmuşuz, öyle güzel ki yoldaşlık, böyle omuz omuza…
Karşımda Onur abi ve Çayan abi var. Birbirlerine bakıp gülüyorlar. Sonra ikisi de koşarak gelip yanıma giriyorlar. Çayan abi “can ciğer” diyor, sonra Tarık geliyor yanıma, sarılıyorum. Tarık Gazi mahallesinin gençlerindendi, gerillaya katıldı. Yoksulluk onu savaşçı yaptı, şimdi halayımızda İbrahim Çuhadar’ın yanında. Gazi’yi soruyor bana, isim isim arkadaşlarını soruyor “umarım onlar da savaşçı olur” diyor.
Leyla abla elimi tutup çıkartıyor beni halaydan, “Canım diyor burnumda tütüyorsun.” Sarılıyoruz dakikalarca. Anlatıyorum ona tek tek mahalleleri, ailelerimizi, mahalle gençliğini… O gittikten sonra nasıl yaptığımı, neleri yapamadığımı anlatıyorum.
Canım ablam yine aklı işlerimizde, insanlarımızda. “Abla diyorum, herkes burada mı?” “Evet“ diyor “herkes burada, ne kadar güzel değil mi?” Kenan abiyi soruyorum beni yanına götürüyor.
Kenan abi ve Seyhan abla halayı izliyorlar birlikte. Kenan abiyle sarılıyoruz beni Seyhan ablayla tanıştırıyor.
Sonra hep bakıp bakıp gurur duyduğum dağ gibi Naciye abla geliyor sarılıyoruz…
Elif Sultan ablayı merak ediyorum. Leyla abla yanına götürüyor beni, sarılıyoruz. Beni Fidan ablayla tanıştırıyor.
Ferit abiyi soruyorum, Ferit Eliuygun’u. Onu çok merak ediyorum, ona selam götürüyorum onu hep bana anlatan abimden.
Sonra tek tek bütün şehitlerimizle kucaklaşıyorum… Hünkâr abla ile Şafak abi geliyor “seni bir yere götüreceğiz hadi” diyorlar. Bir kapıdan geçiyoruz, ikisi de ellerimi tutuyorlar. Onların ikisi de bana öyle çok emek verdi ki. Hastalandım, sabaha kadar başımda beklediler. Bana yaratmayı öğrettiler, bana imkânsızı mümkün kılmayı öğrettiler. Bana sevmeyi değer vermeyi öğrettiler. Bak diyor Şafak abi. “Göremiyorum abi” diyorum. Tekrar ediyor Şafak abi; “gözlerinle değil yüreğinle bak” diyor. Bakıyorum, yüreğimdekileri düşünerek bakıyorum ve kendimi görüyorum, vurulup düştüğüm o anı görüyorum. Düşman nasıl da kaçışıyor, yaklaşamıyorlar yanıma.
Hep son nefesimde güleceğim diyordum. Çünkü Onur abi öyleydi gülüyordu ve bu öyle etkilemişti ki beni, herkesi… Cenazesinde toprağın içine girip ben koydum göğsüne cephe bayrağını ve söz vermiştim ona; “hesabını soracağım, yanına geleceğim” diye. Şimdi sözümü tutmanın onurunu yaşıyorum. Evet, onun gibi gülmüşüm ben de.
Yoldaşlarımı görüyorum, haberi alan yoldaşlarım nasıl da öfkeliler. Hep geleneklerimize göre olsun istedim cenazem. Son kez görmek istedim Gazi Mahallesini. Gazi halkını kızıllar içinde dolaşmak istedim. Şimdi vasiyetim için koşturuyor yoldaşlarım. Mahallenin Şahanları çıkıyorlar. Hepsini tek tek tanıyorum. Hepsiyle ayrı ayrı yaşadığım güzellikler var. Hepsi için kurduğum hayaller var. Slogan atıyorlar, şimdi adımı haykırıyorlar, “hesabını soracağız” diyorlar. Seslenmek istiyorum onlara, sarılmak istiyorum.
Gazi Cemevi’ne getiriyorlar cenazemi. Annem, TAYAD’lıların yanında beyaz başörtüsü ve kızıl alın bandıyla dimdik duruyor. Ablam yoldaşlarımın yanında. Yeşil gömlek giymiş, ne güzel olmuş, nasıl yakışmış ona.
Hep özlemini duyduğum dağların kır çiçekleriyle süslüyorlar beni, yüzümü açıyorlar. Son kez dolaşıyorum Gazi sokaklarında. Esnafa selam veriyorum, kapıları çalıyorum bir bir “zafer yakında” diyorum. Gazimizin yüzü çamurlu çocuklarını öpüyorum. Gazi vatanım. Bu bir veda değil Gazi halkına, mahallemizin şahanlarına, yüreklerinde yaşayacağımı biliyorum, onları çok ama çok seviyorum.
Ve dönüyoruz Şafak abi, ben, Hünkâr abla. Gittiğimizde bir çember oluşturuyoruz koskocaman, yıldızlar hala gökyüzünde ve çok yakın bize, kiraz çiçekleri düşüyor üstümüze. Bu çemberde Berkin’i, Hasan Ferit’i, Dilek Doğan’ı, Yılmaz’ı görüyorum. Ama bir farklılık var, çok daha kalabalığız. Göz gezdiriyorum ve evet yine onlarlayız, halkımızlayız bunu fark ediyorum.
Taybet ana burada. Silopi’de 7 gün boyunca yerde bekletmişlerdi cenazesini. Kalkıp elini öpüyorum, “kızım” diyor; siz sordunuz hesabımızı, kanımız yerde kalmadı.
Soma’da katledilen maden işçilerini görüyorum.
Berkin’in yanında Uğur Kaymaz var, Barış Kurt var, TOMA’nın altında ezilen Sevcan var. Evet biz yine burada onlarlayız. Doyamıyorum onlara bakmaya. Ve başlıyoruz türkü söylemeye.
Ne kadar çok seviyoruz birbirimizi değil mi? Sevgi ölümü nasıl da yeniyor. Bu sevgi ve bize sevdiklerimizin yokluğunu yaşatan düşmana öfkemiz var olduğu sürece, bizler tıpkı şehitlerimiz gibi en güzel oldukları anda toprağa düşen kiraz çiçekleri üzerinde, yıldızların altında omuz omuz oturup türküler söylemeye devam edeceğiz. Bu yüzden bizim için öldü demesinler, kiraz çiçekleri toprağa düştü desinler.
25.01.2017
Sevgilerimle
(Yukarıdaki yazı, Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Yürüyüş dergisinin 21 Mayıs 2017 tarihli 15. sayısında yayınlanmıştır.)
***
Özgür Tutsaklardan: BİZİM SILA
Sıla Abalay yoldaşımız Berkin’in hesabını sorulmasını istediği için tutsak alınan bir Dev-Genç’li olarak geldi hapishaneye. Berkin’den birkaç yaş büyüktü ancak. Daha 16’sındaydı tutsak alındığında.
Boyun eğdirebiliriz diye, 16 yaşındaki Sıla’yı tecrit ettiler. Diğer Özgür Tutsakların yanına vermediler. Tecrit altında tek başına tutup, korkutarak sindirebileceklerinin hesabını yaptılar. Bütün bu kuşatma ve saldırılara karşı Özgür Tutsak bilinciyle direndi Sıla Abalay.
Nedir Özgür Tutsak bilinci?
İki kelime ile özetlenebilir aslında: Özgür Tutsak bilinci demek, onurunu korumaktır. Onurunu korumak, düşünceni ve değerlerini, yani devrimciliğini savunmaktır. Savundu Sıla, tutsak alınmasına sebep olan düşünce ve değerlerini. 16’sında bir Dev-Gençli olarak çürüyen emperyalizmin köhne tecrit politikasının karşısına geçti. Faşizme geçit vermedi beynini teslim alması için. Halk düşmanlarına coşkusunu ezdirmedi. Ve direnerek geriletti tecridi.
Yoldaşlarıyla kucaklaştığında zafer bir kez daha direnişin oldu. Bizim Sıla Direndi, Emperyalizm Yenildi…
Emperyalizm ve işbirlikçileri tecridin kör duvarlarını Anadolu İhtilali’nin geleceğini tasfiye etmek için inşa etmişlerdi. Öyle ki tecrit ettikleri devrimcilere burada düşünce değişikliği dayatarak teslim alacaklardı. Kirli hesapları buydu. Ancak Büyük Direnişimizin halayı, türküsü, destanı… yani öğreticiliğiyle yetişen Sıla’lar bu hesabı ezip geçmesini bildiler. Tek başına tutulduklarında bile yalnız kalmadılar. Fidanları, İbilileri ve Berrinleri yanı başlarında buldular. Canan ve Zehralar ile birlikte direndiler. 19 yaşındaki Canan, 16’sındaki Sıla’ya “diren” diyordu. Duyuyordu bu sesi Sıla, yüreğinin içinde duyuyordu.
Bakırköy Hapishanesi’nin duvarları tanıktır Sıla’nın direnişine. Sesine, soluğuna, gülüşlerine, “Yoldaşlar” diye seslenmesine tanıktır tarih… Emperyalizmin tecrit politikası, teslimiyet saldırısı Sıla Abalay’a boyun eğdiremedi. Solduramadılar onun güneşli gülüşü. Bizim Sıla’nın tebessümleri, tanıyan yoldaşlarının bildiği gibi, güneşlidir. Ve hapishanenin alçak duvarları Sıla’nın güneşli gülüşüne yılgınlığın gölgesini düşüremedi.
Emperyalizmin hesabı şuydu: Yeni-sömürge ülkelerin keskin çelişkileri bir bütün olarak mücadelenin yok edilmesine izin vermez. Halktan insanlar ve özellikle gençlik kesimleri, zulüm ve sömürüye bir biçimiyle karşı çıkıp mücadele ederler. Bunların karşı çıkış sebepleri nesnel olarak yok edilemese bile, tutsak alınıp tecrit içinde düşünce değişikliği dayatmasına tabii tutularak her biri sindirilebilir. Tecrit-teslimiyet politikasının özü budur.
Kaldı ki, emperyalistler bu politikayı uygulayıp sonuç alarak nice devrimci hareketi tasfiye etmiştir. 16’sında Sıla mı direnebilecek yani? Ama direndi. Anadolu’nun çocuğu, halkın devrimci gençliği, devrimin geleceği olan 16 yaşındaki Sılalar emperyalizmin bu kirli politikasını boşa çıkartmasını bildiler. Çünkü Büyük Direnişimizi kuşanıp 122’lerle silahlanmışlardı. Böyle olduğu içindir ki, emperyalizmin işbirlikçisi AKP faşizmi Sıla Abalay’ı tutsaklık koşullarında ezip teslim alamadı.
Direndi Sıla, güneşli gülüşünü büyütüp daha bir güzelleştirerek direnmeyi başardı. Yenilen emperyalizm oldu. Ki emperyalistler tarihleri boyunca inanmış insan iradesini kırmayı başaramamışlardır. Ne Stalingrad önlerinde ne Sierra Maestra’da ne Vietnam cangıllarında ne de Kızıldere’de… Elindeki silahı atıp teslim olan devrimciler görememiştir karşısında. Elbette böyleleri de çıkmıştır, örneğin ellerindeki silahları atıp faşizme teslim olan 24 MKP gerillası gibi. Ve fakat, onlara devrimci denemez. Büyük Direnişi terk edenlerin vardığı sonuçtur bu. Büyük Direniş ise olanca uzlaşmazlığı ile 16’sında direnişçi, 18’inde kahramanları yaratmaya devam etmektedir.
Hüseyin Cevahir’den Sıla Abalay’a Teslim Olmama Geleneğimiz Kanla Yazılmaktadır Hayata… “Bizim Sıla” diyorduk Ona. Özgür Tutsaklardan arkadaşımız, kardeşimiz, çocuğumuz, sorumlumuz, komutanımızdı Bizim Sıla.
Faşizm, daha 16’sında tutsak alarak onu hayata küstürmek istedi. Başaramadıkça acizleşti. Defalarca gözaltına alındı. Hepsinden de onurla çıktı. Nelerle karşılaşıp nasıl tavırlar aldığını coşkuyla, ağız dolusu anlatmasına tanıktır yoldaşları. Sıla’yı asla teslim alamadılar. Bir direnişten, bir güneşli gülüşünden, bir de umutlu güzel rüyalar görmekten vazgeçmedi
Bizim Sıla. Şehitlerimizi görürdü rüyalarında, yoldaşlarıyla mücadele içinde imkansız denilenleri nasıl başardıklarını görür ve bütün bu rüyalarını, en hakikatli haliyle yani görülesi bir coşkuyla anlatırdı. Dergide yayınlanan “Kiraz Çiçekleri” yazısında da rüyalarından bahsetmiş zaten.
Bu yazısının bir yerinde şöyle demiş Bizim Sıla: “… Hep şehitlerimizi görürdüm rüyamda ve sabahları kalkmak istemez tekrar tekrar hayal ederdim gördüklerimi”… Vurulduğumu hayal ediyorum, düşmanın beyninde en büyük zararı vererek orada vurulup düşüyorum. Son nefesimi verirken, en çok acı çektiğim anda, biri elimi tutuyor. Gözlerimi açıyorum, Şafak abi…”
Elif Sultan’dan Bünyamin’e, Şafaklardan Sıla’ya… İşte bu kuşağın devrimciliğinin mayasında Büyük Direnişimiz vardır. Yenilmezlikleri bundandır. Fedakarlıklarının, yaratıcılıklarının, cüretlerinin sınırsızlığı Büyük Direnişimiz’den almıştır kaynağını.
Söz konusu olan Anadolu İhtilali’nin geleceğidir. Tecrit kuşatmasına, teslimiyet saldırısına, tasfiyecilik dayatmasına karşı işte bu gelecek savunularak esas olarak Sılalar’ın devrimciliği kazanılmıştır.
Bizim Sıla aynı yazısında Dersim Kır Gerilla Şehidimiz Mahir Bektaş ile ilgili bir anısını da aktarır:”… Benim sabırlı emekçi Mahir abim nasıl dalga geçiyordu benimle, “majezik” diyemiyorum diye. Gülünce daha da kırmızı olurdu o güzel yüzü. Şafak abi şehit düştüğünde ağladığımız için çok kızmıştı ve demişti ki; Şafak’a da bu yakışırdı, böyle ölmek yakışırdı, niye üzülüyorsunuz, devrimciliği bırakmadı, hain olmadı…”
Cevahir’den bu yana işte böyle ölmek yakışır bizimkilere. Direne direne, vuruşa vuruşa çatışarak ölümsüzleşmek yakışır. Ve Hüseyin Cevahir’den Sıla Abalay’a teslim olmama geleneğimiz kanla yazılmaktadır hayata. Toprağa Düşen Kiraz Çiçeklerini Kuşanıyoruz… Delikanlı bir tarihti Sıla Abalay. Ya da tarihin delikanlı hali diyebiliriz.
Kanla yazılmış bir tarih, ki bu tarihe kimi zaman gelenek deniyor. Bu yanıyla, tarihe kanla yazılan bir geleneğin 18 yaşında delikanlısıydı Bizim Sıla’mız. Her şeyden önce bir Dev-Gençliydi bizim Sıla. Ve sözkonusu Sıla olduğunda aslında başka bir niteleme sıfatına da gerek yoktur. Sıla bir Dev-Gençlidir… Ve Sıla için bunu söylemek yeterlidir.
Dev-Gençli olmak emperyalizme ve faşizme karşı mücadele etmenin coşkusuyla hep ileri atılmaktır. Atılımı bir ruh hali olarak içselleştirmektir. Engel tanımamak, aşıp geçmenin bir yolunu bulmaktır Dev- Gençli olmak. Yeri geldi mi, tek başına örgüt olmayı başarmaktır. Halk ve vatan sevgisinin ışığıyla hayatı aydınlatabilmektir. Ve kuşatılınca Ulaş olmasını bilmektir. Sıla’nın gülüşü de Ulaş gibiydi, güneşe benzerdi. Bizim Sıla, gülünce hayata umudun ışıltısı inerdi.
“Kiraz Çiçekleri” başlıklı yazısını şöyle bitirmiş Bizim Sıla: “… Ne kadar çok seviyoruz birbirimizi değil mi? Sevgi ölümü nasıl da yeniyor. Bu sevgi ve bize sevdiklerimizin yokluğunu yaşatan düşmana öfkemiz var olduğu sürece bizler tıpkı şehitlerimiz gibi en güzel oldukları anda toprağa düşen kiraz çiçekleri üzerinde, yıldızların altında omuz omuz oturup türküler söylemeye devam edeceğiz. Bu yüzden bizim için öldü demesinler, kiraz çiçekleri toprağa düştü desinler…”
Sevgili Sıla, Tutsaklık koşullarında şehitlerimiz nasıl karşılanır, bilirsin. İşte öyle karşıladık senin haberini de… Sıktık yumruğumuzu ve kahramanlığına selama durduk. “Ölümsüzdür” diye bin selam gönderdik sana. Ve dediğin gibi “öldü” demiyoruz, “kiraz çiçekleri toprağa düştü” diyoruz. Ve toprağa düşen kiraz çiçeklerini kuşanarak emperyalizmin ve işbirlikçilerinin üzerine yürümeye devam ediyoruz.
(Yukarıdaki anlatım, Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Yürüyüş dergisinin 25 Haziran 2017 tarihli 20. sayısında yayınlanmıştır.)
***
Yoldaşları Sıla’yı anlatıyor:
Bizim 11 Mart Boykotu için Yenibosna Pazar Pazarına masa açmamız gerekiyordu. Fakat biz bildiri az, masaya koyacak örtü yok, deyip masayı açmamak için direniyorduk. O anda Sıla o her zamanki kıpır kıpır haliyle yanımıza gelip durumu sordu. Anlatınca bizim tüm yok dediğimiz şeyleri 2 dakikada buldu. Masa örtüsünü hiç tanımadığı bir evden girip almıştı, bildirileri de fotokopiyle çoğalttı. Sonra biz de masayı açtık, zaten açmama gibi bir şansımız yoktu. Önümüzdeki tüm engelleri kaldırmıştı. Böyleydi Sıla, yapacağımız işin hayata geçmesi için önümüzde olan tüm engelleri kaldırmak için uğraşırdı. Coşkusuyla, sorunların olanaksızlıkların çözümlerinin halkta olduğunu söylerdi. 18 yaşında bize pratiğiyle, mücadele yaşantısı ve şehitliğiyle çok şey öğretti. Kendine yakışır bir şekilde şehit düştü. Onun bıraktığı yoldan onun bize bıraktıklarıyla şimdi daha güçlü yürüyeceğiz.
***
Yaşı küçük ama yüreği büyük yoldaşım Sıla’nın şehitlik haberini aldığım ilk an bir kapı aralığında bana sorduğu “abi şehitlik hak mıdır” sorusu aklıma geldi. O an o soru karşısında afallamıştım sadece “sence” diyebilmiştim. Sıla da bana “eğer kastettiğimiz gibi alnımızın akıyla gideceksek şehitlik haktır” demişti. Sıla’nın bazen çocuksu bazen de çok olgun oluşu ve böyle sorularla insanları düşündürmesi, gerçekten onun bu yaşında daha büyük misyonlar yüklendiğini gösteriyordu.
***
2015 yılında Gençlik kampındayız. O zamanlar İstanbul’a Gençlik Federasyonu’na ilk gelişim. Gençlik cıvıl cıvıl, herkes bir yerde bir şeylerle uğraşıyor, koşturuyor. Tabi o zaman ne yapıyorlar, neyle uğraşıyorlar pek bilmiyorum. Kampta da 70-80 kişiye yakın varız. Sıla, kampın neşesi, oradan oraya koşuyor, yanına birisini alıp sohbet ediyor, sürekli bir iş yapıyor. O sıcaklığını, emekçiliğini her haliyle gösteriyor. Devrimciliği bilmeyen bir insanın bile, Sıla’yı tanıdıktan sonra olumlu yönde ilerlememesi mümkün değildir. Benim de devrimcilik kararı almamın büyük payı Sıla’dandır. Düzendeki yoz ilişkileri, yoz kültürü, arkadaşlık ilişkilerini görüyorum. Bir de kampta geçen zamanlarımıza bakıyorum birbirinden çok farklılar. Beni etkileyen yönlerinden biri bu oldu, bu da Sıla’nın emekleri sayesinde oldu. 13 günün sonunda kamp bitti, çalışmalar bitti, yaşadığım şehre dönme vakti geldi, gitmeden önce Sıla’yla konuştum ve Sıla “gitmesen olmaz mı” dedi. O an gitmeyi aklımdan çıkartıp bu kelimenin ana halkasına inmeye çalıştım. Bir kelime insanın hayatını nasıl değiştirir diye düşünecek olursak, bir kelime verilen kararı değiştiriyor. Tabi ki de her şeyin bir nedeni, bir sonucu vardır. Sıla’ya o kelimeyi söyleten şey emekçiliği, benim ise kararımı değiştiren şey Sıla’nın bana vermiş olduğu emekti.
***
Sıla’dan bize kalan
Yoldaşlarının Anlatımından:
Sevgili Sıla’yı katlettiler. Sıla için Hünkâr ‘onun çok büyük bir yüreği var’ derdi. “Halkının acılarının tümünü, yüreğine sığdırmayı başaran ve acılar karşısında çaresizliği değil, savaşmayı seçen genç bir yoldaşımız Sıla.”
“Sıla’nın şehitliği birçok duyguyu yarattı. 14 yaşında mücadeleye başlamıştı. O günler geldi aklıma… Ailesine karşı verdiği mücadelede geri adım atmaması, hapishanede düşmana geri adım attırması yapacaklarını gösteriyordu aslında. Düşman ona olan korkusunu üst düzey yönetici olarak ifade ediyor. Aslında düşman da biliyor yapabileceklerini… Bize de birçok şeyi öğretti. Onun gibi atak, tavizsiz, cüretli olmak ondan öğreneceğimiz en temel yanlar. Sıla’nın dilinden devrimcilik zorunluluktur çünkü:
-Enes 10 yaşında ailesini geçindirmek için çalışmak zorunda,
-Altınşehir’deki Vanlı aile çok yoksul olduğu için,
-Filistin mahallesinin yolu olmadığı için,
-Bayramtepe’de uyuşturucuyu bırakmak istemeyen gençler olduğu için,
-Tekstilde çalışan İdris’i, patronu dövdüğü için,
-İdris ve Enes atölyede 5 kişinin işini yapıp da daha az para aldığı için,
-Sonevler’de oturan çocuklar konuşmaktan utandığı için,
-Filistin mahallesinde oturan teyze, kentsel dönüşüm yalanıyla kandırılıp evi yıkıldığı için,
-Bayramtepe’deki gençlerin bir kısmının Şirinevler dışında bir yere çıkmadıkları için,
-Dilber 15 yaşında evli olduğu için,
-Hiçbir tekstil atölyesinde çalışanların sigortası olmadığı için…
Daha göreceğimiz çok şey için DEVRİMCİLİK BİR ZORUNLULUKTUR”
(Yukarıdaki yazı, Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Yürüyüş dergisinin 14 Mayıs 2017 tarihli 14. sayısında yayınlanmıştır.)
***
Sıla Abalay’ın katledilmesine ilişkin Halkın Hukuk Bürosu tarafından yapılan açıklama:
Halkın Hukuk Bürosu, Açıklama No: 535, 10 Mayıs 2017
Özel Harekat Birlikleri Denilen Ölüm Mangaları Lağvedilmeli, Halka Yönelik Katliamlara Son Verilmelidir.
Sıla Abalay “Teröristti, Canlı Bombaydı, Taş Atıyordu”
Denilerek Katledilen İlk Halk Çocuğu Değil; Ama Son Olsun!
Sıla ABALAY, 16 yaşında hapishanelerle tanışmış bir genciydi bu ülkenin. Oysa gerek Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi, ilgili protokol ve ilkeler, gerekse bu sözleşme ve ilkeler esas alınarak ülkemizde yürürlükte bulunan Çocuk Koruma Kanunu, yani bir bütün olarak hukuk sistemi, çocukların tutuklanmasını ancak en son başvurulacak tedbir olarak öngörmekte, çocukların tutuksuz yargılamalarını esas almaktadır.
Bu açık gerekliliğe rağmen 16 yaşında tutuklanan Sıla ABALAY tutuklanmayı gerektirecek hiçbir iddia ve delil bulunmamasına rağmen, basın açıklamasına katıldığı, düşündüğü ve konuştuğu için propaganda yaptığı gerekçesiyle tutuklanmıştır.
Bedenine aldığı kurşunlar gencecik bedeninin tanıştığı ilk adaletsizlik değildi O’nun. Tecrit edildi işkence gördü, adaletsizliği tanıdı. Bu adaletsizliklere karşı haftalar boyu açlık grevi yaptı. Erkendi ama gerçekti yaşadıkları. Bir an bile gülümsemesini eksik etmedi yüzünden. Bir an bile umutsuzluğa düşmedi.
Önce örgütün en üst düzey isminin düzenlenen operasyonda ölü olarak ele geçirildiği haberi bir İstanbul polisi kahramanlık hikâyesi olarak servis edildi. Oysa ardı ardına gelen kurşunların hedefi tanınan bir isimdi. Halkımız onu gencecik yaşında Berkin ile ilgili bir eylemden ötürü tutuklanmış olmasından tanıyordu. Üstünün kapatılamayacağı anlaşılınca bu haberden döndüler. Bu sefer de hücre evine baskın yapıldığı ve çatışma yaşandığı haberi öne çıkarıldı. Oysa bahsedilen ev 7 yıldır aynı yerde yaşayan bir ailenin eviydi ve gözaltına alınan bir baba oğul idi.
Sonra “kızını örgütten kurtaramayan baba haberleri” yapmaya başladılar. Sonra devlete yakın haber ajanslarından biri asıl hedefin 25 yıldır aranan bir TİKKO üyesi olduğu haberini çıkardı. Oysa bahsettikleri Rauf Erdem, 19 yıldır hapishanede bulunduktan sonra iki ay önce tahliye edilen, ortalıkta olan bir kişiydi. Ve bahsedildiği gibi TİKKO örgütünden değil Direniş Hareketini davasından hapishanede bulunuyordu.
Ama ne yaptılarsa yalancı çoban hikâyesinin üstünü kapatamadılar. Çünkü bu ilk değildi.
“IŞID üyelerine yapılan operasyon” diye lanse edip Günay Özarslan’ı katlettikleri olay o kadar tazeydi ki hafızalarda. Bütün kurşunlar Günay Özarslan’ın bulunduğu pencerenin önüne doğru atıldığı ve aksi yönde hiçbir atış bulunmadığı halde Günay Özarslan’ı önce canlı bomba ilan etmişler sonra da çatışma çıktı demişlerdi. Oysa ne Günay canlı bombaydı ne bulunduğu ev hücre eviydi ne de Günay’ın bulunduğu yerden bir tek kurşun atılabilmişti.
Dilek Doğan’ı Armutlu’da kendi evinde vurduklarında önce “canlı bombaydı” dediler, sonra “abisi vurdu” dediler. “Arbede çıktı” dediler. Ancak daha sonra ortaya çıkan görüntüler Dilek Doğan’ın bir katil özel harekâtçı tarafından nasıl bilerek katledildiğini gösteriyordu. Katil öyle soğukkanlıydı ki çocuğunu vurduğu annenin feryadına ve infialine “kelepçe takın” diyerek karşılık veriyordu.
Gazi Mahallesinde önce Yürüyüş muhabiri Ebru Yeşilırmak’ ı vuruyor sonra da terörist ilan ediyorlardı. Gerekçe “dur dedik durmadı” oluyordu. Sonra bir doğum günü kutlamasından dönen gencecik üç çocuk, kurşun yağmuruna tutuluyor ikisi can verirken bir kişi kurşun yağmurundan sağ çıkıyordu. Suçları ehliyetleri olmadığı için panik olup kaçmalarıydı. Erdal Ekinci ve isimleri bize ulaşmayan fakat polisin yaraladığı halk çocuklarının haberleri geliyor büromuza. Sokak ortasında keyfi biçimde halktan insanları durdurup, durmak istemeyenlere doğrudan ve duraksamaksızın ateş etme yetkisi verilmiş katiller, yeni katliamlara hazırlanıyorlar.
Tam 1 yıl önce yine GAZİ mahallesinde Pınar Gemsiz isminde bir anne evinin içinde çocuğunun beşiğine eğildiğinde göğsünden vuruluyordu. Açıklama yine aynıydı “Teröristler Ateş Etti”. Ne tesadüf ise bu olaylar hep Gazi, Okmeydanı, Armutlu Mahallesinde oluyordu. Polis, lüks araçlara binen, dur ihtarına uymayan zengin çocuklarını vurmaya kalkmıyor, Bağdat Caddesi’nde araba yarıştıranları öldürmüyordu.
Katil polis dur durak bilmiyordu. Silopi’de evlerinde uyuyan hiçbir şeyden habersiz iki çocuk evlerine zırhlı polis panzerinin girmesi ile ezilerek can veriyordu. Çünkü burası Kürdistan’dı. “Mayın patladı, kaza oldu, teröristler vurdu, taş atıyordu” diye diye öldürülen ne ilk çocuktu onlar ne de bu yalanlar sondu. İşte bu yüzden Sıla Abalay’ın gülen yüzünün soldurulması için uydurulacak bütün hikâyeler şimdiden inanılır olmaktan uzaktır. En son çıkan haberlerde ise Sıla’nın 11 suçtan arandığı servis ediliyor, ne kadar öldürülmeyi hak ettiği düşüncesi yaratılmaya çalışılıyor. Üç değil, beş hikâye anlatsalar da gerçek tektir. O da özel harekât, polis ve benzeri eli kanlı “kadro”ların, halk çocuklarını, halkı korkuyla ve çaresizlikle teslim almak için teker teker katlettikleri gerçeğidir. Uğur Kaymaz, Enis Ata, Berkin Elvan, Günay Özarslan, Pınar Gemsiz, Yılmaz Öztürk, Dilek Doğan, Uğur Kurt, Muhammet ve Furkan Yıldırım, Kemal Kurkut, Sıla Abalay…
Özel harekât adı verilen bu ölüm harekâtı birlikleri lağvedilmelidir. Çünkü onların tek özelliği katliamcılıktır. Bu kadar rahat bir biçimde katletme gücünü ve rahatlığını AKP iktidarından, yargıdan ve bizim sessizliğimizden almaktadırlar. Bu ölüm mangalarının bizim kapımıza dayanmadan katliamların karşısına dikilmeli ve mücadeleyi büyütmeliyiz.
HALKIN HUKUK BÜROSU
(Yukarıdaki yazı, Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Yürüyüş dergisinin 14 Mayıs 2017 tarihli 14. sayısında yayınlanmıştır.)
Yoldaşları Sıla Abalay’ı Anlatıyor:
“Aklımıza Mitka Grıbceva geldi…
Onun azmi, kararlılığı, savaşma hesap sorma isteği…
Böyle düşünmek güç verdi, bize kim olduğumuzu hatırlattı tekrardan.”
Sılayla aynı okuma grubundaydık… Okuma gününden bir gün önce, akşam Sılalara kalmaya gittik. Sabah da okuma yapmak için Okmeydanı’na gidecektik. Sılanın ailesi ona karşı tepkiliydi devrimcilik yaptığı için, okulunu bıraktığı için… Annesi her ailenin çocuğuna devrimcilikle ilgili söylediği şeyleri söylüyordu Sıla’ya: Gel burada yap illa devrimcilik yapmak için gitmen mi gerekiyor. Burada hem devrimcilik yap hem okulunu oku. gibi şeyler söylüyordu sürekli. Sıla tekrar tekrar anlatıyordu annesine neden devrimcilik yaptığını, ikna etmeye çalışıyordu… Bir de ablası vardı Sıla’nın. ‘Abla keşke ablamı da devrimcileştirebilsek’ diyordu. Ablasına üzülüyordu… Ablasının kendi dünyasında yaşamasına, sadece kendisiyle ilgili hayaller kurmasına… Halkının yaşadığı acıları, adaletsizlikleri gördükçe Sıla, öğrendi kendi kabuğundan çıkıp başkalarının acısını taa yüreciğinin şurasında hissetmeyi…
Sabah uyandığımızda her yer bembeyaz kardı. Ya Aralık ya Ocak ayıydı tam hatırlamıyorum ama acayip kar yağmıştı. Pencereden dışarı baktığımızda hareket eden hiçbir şey yoktu. Ne insanlar işine gidiyor ne de arabalar yolcu taşıyordu bir yerden bir yere. Yollar kardan dolayı kapanmış metro, metrobüs ve diğer bütün ulaşım araçları yağan kardan dolayı kullanılamıyordu.
Kahvaltımızı yapalım biraz bekleyelim dedik belki yollar açılır diye… Annesi de bizi ikna etmeye çalışıyordu bugün gitmeyin kalın burda diye, karın yolları kapatmasına, evde ‘mahsur’ kalmamıza seviniyordu… Aradan bir saat geçti 2 saat geçti bir değişiklik yok tam tersi hava iyice kötüleşti. Taksiyle metrobüse kadar gidelim en azından ondan sonrasını hallederiz diye düşündük. Taksi durağını aradık taksi çağırmak icin. Taksi de yok kardan dolayı. O gün okuma günümüzdü ve Okmeydanı’na gitmemiz gerekiyordu. Oturduk düşündük Sıla’yla ne yapalım diye. Gitmesek olmazdı çünkü Mahir(Bektaş) de bizim okuma grubumuzdaydı, onu yalnız bırakmak da istemiyorduk… Ve yola çıkmaya karar verdik. Annesi, ablası gitmememiz için bizi ikna etmeye çalışıyordu. Tipi var donarsınız, yolda yolakta kalırsınız başınıza bir hal gelir dediyse de biz gitmeye karar vermiştik bir kere. Üstümüze kalın şeyler giydik, iki üç tane çorabı üst üste giy dik. Sılanın annesi pekmez veriyordu ki bize sıcak tutsun. Son hazırlıklarımızı yaptıktan sonra çıktık. İkimiz de çok heyecanlıydık eyleme gider gibi. Kar diz boyuydu ve savuruyordu. Gözümüzü açamıyorduk. Sokakta da kimse yok. Bir süre gittikten sonra vazgeçecek gibi olduk. Hem üşümeye başlamıştık hem de gözümüzün önünü göremiyorduk… Cepheli koşullara teslim olmaz, savaşır dedik. Gerilla olduğumuzu düşünelim ne yapacaktık, kar yağdığı için vaz mı geçecektik. Aklımıza Mitka Grıbceva geldi… Onun azmi, kararlılığı, savaşma hesap sorma isteği. Böyle düşünmek güç verdi, bize kim olduğumuzu hatırlattı tekrardan. Mitka gibi yaptık. Kendimize hedef koyduk şu binanın, şu arabanın yanına gidince dinleneceğiz diye. Marşlarımızı söyledik yol boyunca. Hedef koyduğumuz yerlerde mola verdik, dinlendik. Birbirimizden destek ala ala, birbirimize tutuna tutuna bitirdiğimiz o zorlu yürüyüş tam iki buçuk saat sürmüştü. İki buçuk saat sonra metrobüse varabildik. Ve kazanan devrim oldu dedik birbirimize.
Sıla’ya hep ‘küçük zaafım’ derdim… Dayanamazdım ona. Elime yiyecek bir şey geçtiği zaman saklardım o gelince ona verirdim. Elimde olan her şeyi onunla paylaşmak istiyordum. Keşke şu göğüs kafesimi yarabilsem de seni içime sokabilsem derdim hep ona. Öyle güzel bakardı ki insana gözlerinin içi gülerek. O gülüşünü, bakışını çaldılar bizden Sıla. Artık sana küçük zaafım demiyorum. Sen benim devrimcilik nedenimsin… Hani demişsin ya “Sonevler ’de oturan çocuklar konuşmaktan utandığı için devrimcilik bir zorunluluktur”. Şimdi de senin yarım kalan gülüşün, coşkulu coşkulu insanlara devrimciliği anlatışın, gözlerinin içi gülerek bakışın ve daha birçok şey bir de bunlar için hesap soracağız… bir de bunlar için basacağız tetiğe. Söz sana.
Şimdi sen de özgürlük bahçesinde bir gülsün Sıla… Uğruna canını verdiğin halkın seni de bastı bağrına..Berna’nın, Şafak’ın öğrencisi. Karanfil halayında sen de aldın yerini…
(Yukarıdaki anlatım, Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Yürüyüş dergisinin 21 Mayıs 2017 tarihli 15. sayısında yayınlanmıştır.)
***
Yoldaşları Sıla’yı Anlatıyor:“Böyleydi Sıla, yapacağımız işin hayata geçmesi için önümüzde olan tüm engelleri kaldırmak için uğraşırdı.”
Sıla tam da Şafak’ın öğrencisi idi. İlke ve kurallara dikkat ediyor, etrafındakilere de bu bilinci veriyordu.
Bir defasında Dev-Genç’liler olarak Gazi Mahallesi’nde dergi dağıtmış, hem acıkmış hem de yorulmuştuk. Yolda Sıla’yı gördük, Gazi’de çalışma yapmaya yeni başlamıştı. Esnaftan, ilişkilerden bize yemek ayarlamasını istedik. Gazi’de yeni olduğunu henüz ilişkileri iyi bilmediğini söyledi. Yine de gidip bakayım, dedi. Öyle söyleyince umutsuz bekliyorduk. Biraz sonra eli kolu dolu, böreklerle kurabiyelerle geldi. O öyle içten öyle mütevazi ve öyle cana yakındı ki, tanımadığı bir mahallede bile hemen sorun çözen olmuştu. Halka kendini bu denli sevdirmesi devrimci kişiliği, duruşundandı. Halkın onu bu denli sorması, merak etmesi de bu kişiliği halka yansıtmasındandı.
Bizim 11 Mart Boykotu için Yeni Bosna Pazar pazarına masa açmamız gerekiyordu. Fakat biz bildiri az, masaya koyacak örtü yok, deyip masayı açmamak için direniyorduk. O anda Sıla o her zamanki kıpır kıpır haliyle yanımıza gelip durumu sordu. Anlatınca bizim tüm yok dediğimiz şeyleri 2 dakikada buldu. Masa örtüsünü hiç tanımadığı bir evden girip almıştı, bildirileri de fotokopiyle çoğalttı. Sonra biz de masayı açtık, zaten açmama gibi bir şansımız yoktu. Önümüzdeki tüm engelleri kaldırmıştı. Böyleydi Sıla, yapacağımız işin hayata geçmesi için önümüzde olan tüm engelleri kaldırmak için uğraşırdı. Coşkusuyla, sorunların olanaksızlıkların çözümlerinin halkta olduğunu söylerdi.
18 yaşında bize pratiğiyle, mücadele yaşantısı ve şehitliğiyle çok şey öğretti. Kendine yakışır bir şekilde şehit düştü. Onun bıraktığı yoldan onun bize bıraktıklarıyla şimdi daha güçlü yürüyeceğiz.
Yaşı küçük ama yüreği büyük yoldaşım Sıla’nın şehitlik haberini aldığım ilk an bir kapı aralığında bana sorduğu “abi şehitlik hak mıdır” sorusu aklıma geldi. O an o soru karşısında afallamıştım sadece “sence” diyebilmiştim. Sıla da bana “eğer kastettiğimiz gibi alnımızın akıyla gideceksek şehitlik haktır” demişti.
Sıla’nın bazen çocuksu bazen de çok olgun oluşu ve böyle sorularla insanları düşündürmesi, gerçekten onun bu yaşında daha büyük misyonlar yüklendiğini gösteriyordu.
2015 yılında Gençlik kampındayız. O zamanlar İstanbul’a Gençlik Federasyonu’na ilk gelişim. Gençlik cıvıl cıvıl, herkes bir yerde bir şeylerle uğraşıyor, koşturuyor. Tabi o zaman ne yapıyorlar, neyle uğraşıyorlar pek bilmiyorum. Kampta da 70-80 kişiye yakın varız. Sıla, kampın neşesi, oradan oraya koşuyor, yanına birisini alıp sohbet ediyor, sürekli bir iş yapıyor. O sıcaklığını, emekçiliğini her haliyle gösteriyor. Devrimciliği bilmeyen bir insanın bile, Sıla’yı tanıdıktan sonra olumlu yönde ilerlememesi mümkün değildir. Benim de devrimcilik kararı almamın büyük payı Sıla’dandır. Düzendeki yoz ilişkileri, yoz kültürü, arkadaşlık ilişkilerini görüyorum. Bir de kampta geçen zamanlarımıza bakıyorum birbirinden çok farklılar. Beni etkileyen yönlerinden biri bu oldu, bu da Sıla’nın emekleri sayesinde oldu. 13 günün sonunda kamp bitti, çalışmalar bitti, yaşadığım şehre dönme vakti geldi, gitmeden önce Sıla’yla konuştum ve Sıla “gitmesen olmaz mı” dedi. O an gitmeyi aklımdan çıkartıp bu kelimenin ana halkasına inmeye çalıştım. Bir kelime insanın hayatını nasıl değiştirir diye düşünecek olursak, bir kelime verilen kararı değiştiriyor. Tabi ki de her şeyin bir nedeni, bir sonucu vardır. Sıla’ya o kelimeyi söyleten şey emekçiliği, benim ise kararımı değiştiren şey Sıla’nın bana vermiş olduğu emekti.
(Yukarıdaki anlatım, Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Yürüyüş dergisinin 21 Mayıs 2017 tarihli 15. sayısında yayınlanmıştır.)
***
Sıla İcin…
Selama duruyor sana
Sokak lambaları göz kırpıyor
Kaldırımlar dile geliyor
Ağaçlar konuşuyor
Adını yazıyor duvarlar
Kızıla kesiyor İstanbul
Duyuyor musun?
Görüyor musun?
Küçülmüşler karşında.
Ezilmişler, bitmişler on sekizinde
Genç bir kadının
Eli tetiğe her gittiğinde,
Her çıkan kurşunda
Yüreklerine bir cengel saplanmış,
Sokup almışsın beş para etmez
Yüreklerini
Almış yere sermişsin.
Daha selama durmasın da,
Neylesin İSTANBUL!
söyle neylesin
Hoşçakal demiyoruz sana,
Demeyeceğiz
Sen selam söyle, selam getir
Şafak’tan, Bahtiyar’dan
Hünkâr’dan, Leyla’dan
Berna’dan, Çiğdem’den
yüreğimize ve bilincimize
Hoş geldin diyoruz,
Hoş geldin güzel yoldaş…
(Yukarıdaki şiir, Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Yürüyüş dergisinin 28 Mayıs 2017 tarihli 16. sayısında yayınlanmıştır.)
***
SILA
16’sında Halkın Umudu
18’inde Kahraman
16’sında halkın umudu
18’inde kahraman
Sibel gibi
yaşı genç
umutları genç
özlemleri genç
ama yüreği büyük
halkının tüm acılarını alacak kadar
yüreği büyük
emperyalizmin karşısına dikilecek
kadar
yüreği büyük
faşizme karşı savaşacak kadar
Sıla Dev-Genç’li
Sıla Cepheli
Berna gibi
Çiğdem gibi
Elif gibi
Leyla gibi
yoldaşlarının
ve de
umutlarının ardı sıra koştu
koştu cüretli
koştu kararlı
koştu kahramanca
koştu devrim için
O
Sabo’nun kızlarından
ve tarih
yazılmaya devam ediyor
Sabo’nun kızlarıyla
ve her bir kahramanlık
ayrı bir destan olurken
Anadolu
kahraman kızlarıyla baş kaldırıyor,
Sabo’dan beri tarih
hiç yazmadı
yazmayacak
Sabo’nun kızları
teslim olmayacak
16’sında
18’inde
hep direnişçi
hep savaşçı
hep teslim olmaz
sloganlarımız karşılayacak düşmanı
marşlarımız
silahlarımız
ve bedenlerimiz
biz Cepheliyiz
Mahir’den beri
Kızıldere’liyiz.
Sıla 18’inde
ama asırların yüküyle
ve asırların bilinciyle
düşmanın karşısına dikildi
göğsünü siper etti kurşunlara
“yok” dedi
“halkıma el sürdürmem
vatanıma el sürdürmem
halkım ve vatanım
benim namusum
namusumu çiğnetmem
satılık postallara”
“önce halkım” dedi Sıla
ve 18 yıllık ömrünü
tereddütsüz feda etti
çünkü 18’ine kadar O
Onlar gibi yaşadı
Onlar gibi savaştı
Onlar gibi direndi
ve 18’inde
Onlar gibi öldü
Onlar Cephe’nin kahraman şehitleri…
Sıla türküsünü söyledi
en güzelinden
en coşkulusundan
en kahramancasından
Elif gibi söyledi
Berna gibi
Çiğdem gibi
Leyla gibi
ve bir halaya tutuştular
halay başına bir O geçti
bir öbürü
bu halayda
halayın başı, sonu yok
ortası yok
herkes halayda
herkes halayı sürdürme çabasında
halay durmamalı
halayın ateşi sönmemeli
çünkü isyan
bu halayla başladı
çünkü isyancılar
döne döne harladılar ateşi
ve harladıkları ateş
Anadolu’nun başkaldırısı oldu.
16’sında halkın umudu
18’inde kahraman…
ve isyanı Sıla’nın;
-Enes 10 yaşında
ve ailesini geçirdirmek zorunda,
-Altınşehir’deki Vanlı aile çok yoksul,
-Filistin Mahallesi’nin yolu yok,
-Bayramtepe’de gençler
uyuşturucuyu bırakmak istemiyor,
-Tekstil’de çalışan İdris’i patronu
dövüyor,
-Dilber 15 yaşında evli…
isyanı Sıla’nın
isyanı adaletsizliğe,
isyanı yoksulluğa,
isyanı çocukluğunu yaşayamayan
Dilberler’e
isyanı
yurdumuzu
vatanımızı sömürenlere
yani emperyalizme
yani oligarşiye…
Sıla isyancı
Sıla ihtilalci
Anadolu ihtilali sürüyor
kahraman
kızlarıyla
oğullarıyla halkın
Sılalar’ıyla
ve bedeli ödenirken ihtilalin
hesabı büyüyor halkın
birgün sorulacak
mahşere kalmayacak
ne saraylar
ne saltanatlar kalacak
halkın biriken öfkesi
ihtilali zafere taşıyacak…
13.5.2017
(Yukarıdaki anlatım, Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Yürüyüş dergisinin 3 Haziran 2017 tarihli 17. sayısında yayınlanmıştır.)