Yusuf ARACI
Şehit Düştüğü Tarih: 26 Mart 2003
Şehit Düştüğü Yer: Ankara, Numune Hastanesi
Doğduğu Yer: İskenderun
Mezar Yeri: İskenderun
Emperyalizmin teslim alma ve tecrit politikasına karşı gerçekleştirilen Büyük Direniş’de, 8. Ölüm Orucu Ekibinde yer alan Yusuf Aracı, 26 Mart’ta sabah saat 10.30 sularında bir süre önce kaldırılmış olduğu Numune Hastahanesi’nde, zorla müdahale işkencesi altında şehit düştü.
Açlığa, zamana, emperyalizme ve faşizme boyun eğmeyen bir iradeydi Yusuf Aracı. 330 gün açlığa ve zulme karşı sürdürdü direnişini. 8. Ölüm orucu ekibindeydi. 1 Mayıs 2002’de takmıştı alnına direnişin simgesi kızıl bandını.
Yusuf, 16 Ekim 1971’de İskenderun’da doğmuştu; 32 yıllık bir hayat yürüyüşünü düşmanı kahredecek bir irade savaşıyla noktaladı. Arap-Alevi (Nusayri) bir ailenin çocuğuydu.
Bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm yolunda devrim yürüyüşüne ise, 1995’te Dicle Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi öğrencisiyken başladı. Öğrenci gençlik örgütlenmesi içinde mücadeleye katıldı. 12 Ocak 1995’te Diyarbakır’da ölüm mangaları tarafından katledilen TÖDEF’li dört öğrenciden Refik Horoz, onun ev arkadaşıydı. Bu olaydan sonra devrimci mücadele kafasında daha net şekillenmeye başladı.
İlk gözaltısını 1996’da yaşadı. Henüz 1996 ölüm orucu öncesinde hapishanelerdeki baskılara karşı yapılan çeşitli eylemler nedeniyle gözaltına alındı. Daha sonraki mücadele yıllarında da işkencelerden geçti.
Diyarbakır’da tanık olduğu katliam ve işkenceler, onu yıldırmak yerine, mücadeleye daha fazla bağladı. 1997’de örgütsel ilişkilerimiz içinde yer aldı. 1998 ortalarında illegal alana geçti. Çeşitli görevler üstlendi. Son olarak Akdeniz Silahlı Propaganda Birlikleri’nden birinin komutanı olarak savaşı ve devrim yürüyüşünü sürdürüyordu. 2000 yılının Ağustosunda tutsak düştü ve Ceyhan hapishanesine konuldu.
2000 Ağustosu, hapishanelerde oligarşinin F tipi planının gündemde olduğu bir dönemdi.
Yoldaşlarıyla birlikte 19 Aralık operasyonunda katliamcılara karşı direndi.
Katliamdan sonra Sincan F Tipi Hapishanesi’ne sevk edildi. O günden bu yana inancıyla, düşünceleriyle, iradesi ve sabrıyla hücrelerde direnişini sürdürdü.
Hiçbir şey, onu direnişinden döndüremedi.
***
Yusuf, mücadelesini anlatıyor:
Peki neden devrimci oldum?
Bunun temel iki nedeni var. Birincisi; Devrimcilik bilimsel, doğru ve mantıklı düşünen bir insanın, görüp de yapmaktan kaçamayacağı bir gerçeklik ve zorunluluk-sorumluluk olmasından dolayıdır. Çünkü bu düzen, sömürü düzeni ve zora dayalı olarak işliyor. Yani halk olarak bizler, hayatımızı rayından çorla çıkartılmış bir şekilde kendi irademiz dışında yaşıyoruz. Bunu değiştirip rayına sokmamız gerektiğini bildiğim ve buna inandığım için.
İkincisi ise; Açlık, acı ve yoksulluğun olmadığı, hepimizin insanca yaşayabileceği, özgür bağımsız, sömürüden uzak vatanımızda onurlu bir hayat istediğim ve bunu sağlamanın yolunun devrimcilikten, örgütlülükten geçtiğini bildiğim için.
Yani demem o ki, bu düzende attığım her adım, soluduğum her nefes devrimci olmamın nedenidir. Devrimci olmasaydım kendime o zaman şaşardım aslında. Her şeyi görüp de susmak, bilip de değiştirmek için harekete geçmemek zaten yaşamak demek değildir.
Ve neden ölüyorum?
Bunun cevabı neden devrimci oldum sorusuna verdiğim cevabın içerisindedir ve ölüm orucunda olmam sadece bunların bir sonucudur.
Evet, eğer bugün insanca yaşama olanağımız hiç yoksa, açlık, yoksulluk çekiyorsak, açlıktan çocuklarımız ölüyorsa, depremlerde, sellerde ölen hep biz oluyorsak, dilimizi konuşup kültürümüzü yaşayamıyorsak, kendi vatanımızda-topraklarımızda yabancı gibi yaşıyorsak, işkence gören, katledilen, hapishanelere atılan hep biz oluyorsak; diğer yandan bir avuç asalak bizim alınterimizle bizim sırtımızdan zevk-ü sefa içinde yaşıyorsa benimde bunlara karşı direnmek ve bu düzeni değiştirmek en doğal ve en meşru hakkımdır. Bu hakkımı kullanıyorum.
O bir avuç asalak, sürdürdükleri zevk-ü sefa içindeki yaşamlarından vazgeçmeyeceklerine ve istediğimiz gibi insanca yaşanacak bir hayatı bize kendi elleriyle vermeyeceklerine göre bunu biz kendi ellerimizle söke söke almak zorundayız. Ve elbette ki bunun bir bedeli olacaktır. Çünkü hiçbir şey bedel ödemeden kazanılmıyor elde edilmiyor. Eğer bütün bunları istiyorsam -ki istiyorum- bunlara ulaşmanın yolu bu bedeli ödemeden geçiyor.
Zaten istediğimiz şekilde hayat koşullarımız olsaydı ne devrimcilik ne de ölüm orucu yapmamıza gerek kalırdı. Ama böyle bir hayatımızın olmadığı ve bir avuç asalağın, bize böyle bir hayatı istemekten vazgeçip teslimiyeti dayattığı bir noktada, inançlarımızı, değerlerimizi ve geleceğimizi koruyup büyütmek için ölüm orucu yapmaktan başka çıkar yolumuz da yok.
İşte bunun için ölüm orucundayım ve bizden sonraki nesillere insanca, özgür, bağımsız onurlu ve namuslu bir hayat yaşayabilecekleri bir gelecek bırakabilmek için ölüyorum.
Er veya geç, eninde sonunda geleceğimizi yaşatacağımızı biliyor ve bunda az da olsa benim payımın olacağını bilmekten büyük bir onur duyuyorum. Bundan başka da daha ne isteyebilirim ki?
Halkım, vatanım, geleceğimiz için canım feda olsun. Hepinizi çok seviyorum…
Eylül 2002
Yusuf ARACI
Yusuf Aracı’yı Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
Kör hücrelerde Yusuf olmak…
(Aşağıdaki anlatım Yusuf’un yoldaşlarının, yaşamının çeşitli dönemine tanık olan arkadaşlarının ve ailesinin anlatımlarının derlemesinden oluşmaktadır.)
Sahil boyunca uzanır Amanoslar… Kah uzaklaşıp, kah yakınlaşarak denize… Kilometrelerce uzayıp duvar gibi sarar Hatay’ı… Bir yanında Amik Ovası, diğer yanında dalları Akdeniz’e uzanan portakal bahçeleri… Yamaçlarında şehirler, köyler kuruludur Amanos’un. Biri de Büyük İskender’in adına kurulan İskenderun!..
Akdeniz’le Amanoslar arasında uzanan sarmaşık dalı gibidir İskenderun… Bir ucunda yemyeşil bağları, bahçeleri, bir ucunda limanı… Zamanında demir-çelik fabrikasının mavi tulum içindeki işçileri; elde çekiç demiri döverler. Açıklarında gemiler demirler, kamyonlar kuyruk olur limanında, çocuklar çapariyle balık avındadır sahilinde… Akşam olunca yakomozlar körfezini basar, evsizler parklarını… Yazın sıcağında durulmaz olur. Ama yine de vazgeçemez yaşayanı… Kimisi bin yıldır oradadır, atadan-deden; kimisi ekmek umuduyla göçüp gelmiş, sırtını dayamıştır sıvasız gecekondu duvarına… Arap’ıyla, Türk’ü, Kürt’üyle; Alevisi-Sunnisi, Hıristiyanıyla renk renktir İskenderun… Toprağı bereketlidir. Üç mahsül ürün verir. Meyvelerin-sebzelerin her çeşidinden bulunur. Hem de bolca… Bir de “yeşil altın”ı vardır tarlaların yüzünü süsleyen… Boldur maydanozu, o yüzden altın değerindedir İskenderunlular için…
Tarlada söylenen türkülere fabrikada işleyen makinelerin, yük taşıyan kamyonların sesi karışır İskenderun’da… Bir de çocukların sesi duyulur gecekondu mahallelerinden… Amanos’un eteklerine yayılmıştır her biri… İçlerinden biri de şehrin dışında havaalanının yakınlarındaki Gürsel mahallesidir. Yan yana, iç içe kurulan evleriyle yoksulluğun yüzüdür Gürsel mahallesi. Yakınındaki havaalanına ayda bir uçak ya iner, ya inmez. Atıl durumdaki bu havaalanı Gürsel mahallelilerin akşam yürüyüş alanıdır. Çocukların top sahası, kızların ip atlama yeridir.
Bu gecekondu mahallesinin iki gözlü, bahçeli bir evinde 1971 yılında dünyaya gelir Yusuf. Emekçi Halil amcayla Necime teyzenin üçüncü çocuklarıdır. Nusayri, yani Arap Alevilerindendir ailesi. Babası Halil Amca yoksulluktan dolayı gurbet eli mekan tutan nice emekçi halkımızdan biridir. Annesi Necime teyze ev hanımıdır. Türkçe bilmez, ana dili Arapça konuşurdu hep.
Halil Amca doğduğu yere doyamadan ‘Almanya acı Vatan’ın yolunu tutmuştur. Bir iplik fabrikasında işçilik yapar vatanından uzakta… Almanya’nın yaşantısını sevmese de ekmek davası için kalır oralarda. Temiz kalpli, iyi niyetli bir insandır Halil amca. Kimseye kötülük gelsin istemez. Paylaşımcıdır, çevresindeki insanların sıkıntılarını yüreğinde hissedenlerden biridir.
Halil amca Almanya’nın yoz yaşantısını sevmese de, çocuklarının özlemlerine dayanamayıp onları da Almanya’ya götürür. Halil amca çocuklarının eğitimine önem verirdi. Onlara Arapça öğretir, iyilikten söz ederdi. O yıllarda Yusuf ilkokul çağlarındadır. Ve ilkokula Almanya’da başlar. Ama alışamaz Yusuf oralara, yurda dönmek ister. Diğer aile fertleri de sevemez gurbet elleri ve bir süre sonra yurda geri dönerler. Yusuf da okula devam etmek için aynı mahallede bulunan okula kayıt yaptırır. Ancak Yusuf’un Almanya’da okuduğu yıllar kabul edilmez ve yeniden birinci sınıftan okula başlatılır. Bu yüzden okulu yaşıtlarından geç bitirir.
Almanya’dan gelmiş olmasından dolayı okul arkadaşlarının ilgisi hep üzerindedir Yusuf’un. Çocuk yaşına rağmen, bu ilgiden dolayı şaşırmaz Yusuf. Ailesi, özellikle de babası sevmezdi bu tür hareketleri. Çocuklarını da buna uygun yetiştirir.
Çok çabuk ısınıp kaynaşır arkadaşlarıyla… Kısa sürede onlardan birisi olur. Yaptıklarıyla, söyledikleriyle arkadaşları arasında sevilen, sözü dinlenen biri olur. Ne derse yapılır. Pikniğe, denize gitme, dağ yolculuğu hep Yusuf’un öncülüğünde olurdu. Dağ yolculuklarına çıktıklarında gece geç saatlere kadar eve dönmezlerdi. Konu-komşu kapıda, pencerede on-onbeş çocuğun yolunu gözler dururlardı. Çocukların kimi yolculuk sonrası yiyeceği dayağı, kimisi söyleyeceği bahaneyi düşünürdü. Dönüşte yiyecekleri dayağı bile bile çıkarlardı dağlara… Dağ yolculuğu tehlikeliydi. Dağa çıkmak için askeri bölgenin atış poligonundan geçmek gerekirdi. Askeriyeden sonra Çingene mahallesindeki evlerin köpeklerini de atlattıklarında dağın yamaçlarına iyice çıkmış olurlardı. Dört-beş saatlik bu uzun ve zorlu yolculuğun sonunda uzun-ince uzanan İskenderun ayaklarının altında olur, masmavi Akdeniz gözlerini alırdı…
Yusuf ve arkadaşları dağa piknik yapmaya giderlerdi sık sık… Yeni piknik yerleri bulmak için de keşifler yaparlardı. Zevkli ve tehlikeli bir işti keşifleri. Yine keşif yaptıkları bir gün, büyük bir badire atlatırlar. İçinden geçtikleri nohut tarlasının sahibi elinde çifteyle peşlerine düşer. Genelde tedbirlidirler bu konuda, ama bu sefer nereden geldiğini göremedikleri inatçı bir tarla sahibiyle karşılaşmışlardır. Koşmayı sürdürürken aralarında birinin ayağı çamura saplanır. Ayağını çıkarmaz çamurdan. Sonunda, babasının y eni aldığı ayakkabıyı çamurun içinde bırakarak koşmaya devam edebilir. Zor-bela kurtulurlar. Böylesi durumlarda soluğu evde alırlardı… Eğer keşif kazasız belasız atlatılırsa şehrin karşısındaki en büyük tepeye çıkar güneşin batışını seyrederlerdi. Güneş Akdeniz’in maviliklerine gömülünce de eve dönüş yolculuğu başlardı.
Hareketli aynı zamanda zeki ve çalışkan biridir Yusuf. İlkokulda beş yıl boyunca her dönem takdirname almıştır. Çok meraklı, araştırmacı ve deneycidir. Hiç boş durmayan biridir. Kitaplardan öğrendiği bilgileri pratikte uygulamaya çalışır, eline geçen her şeyi araştırırdı. Kimi eşyaları parça parça söker, yeniden düzenlerdi. Bu merakı bir defasında ucuz kurtulacağı bir olaya sebep olur. Bir gün yolda bulduğu bir kutuyu açmaya çalışır. Bulduğu bu eşyayı açmak için önce bindiği otobüste uğraşır. Açamayınca eve götürür. Uzunca bir uğraş verir ve sonunda yolda bulduğu kutu büyük bir gürültüyle patlar. Patlama sesini duyan, alevleri gören mahalle ahalisi Yusuf’ların evinin bahçesine toplanır. Kimisi de bomba patladı diye feryad-figan eder…
Yusuf böylesi merakları ve yaptığı deneyler yüzünden çok kez ölümden döner…
Yusuf resim yapmayı sever, müzikle de uğraşırdı. Bağlaması da en çok sevdiği uğraşlardandır. Bunlar olmadığında ise tornavida, çekiç-pense elinden düşmeyen aletlerdir. Evin altını üstüne getirir. Bir gün oyuncak uçağa motor takmış, pervane yapmış uçurmaya çalışırken görünür, başka bir gün mukavvadan gemisiyle uğraşırken görünürdü Yusuf…
Tüm bu hareketliliğine karşın sabırlı ve sakin düşünürdü. Sorunları çözendi o. Onun için sorun diye bir şey yoktur. Kızmak, sinirlenmek, bağırmak ise hayatında yeri olmayan şeylerdi. Çok sabırlı olgun ve mütevazidir. Bu özelliklerini çocuk yaştan itibaren taşır Yusuf.
Yusuf’un insanlarla ilişkileri her zaman çok iyi bir düzeyde sürmüştür. Çocukla çocuk, yaşlıyla yaşlı, gençle genç olurdu. Akrabaları, arkadaşları çok sever Yusuf’u. Arkadaşları dertlerini, sıkıntılarını Yusuf’la paylaşırdı hep… Yusuf her daim kendinden ve söylediklerinden emin bir o kadar da rahattır. O, konuşmaya başladığından çevresindekiler susar, onu dinlerdi. Çevresinde böyle bir intiba bırakmıştır. Daha çocuk yaşta kendisini değil, arkadaşlarını ve çevresini düşünür Yusuf. Ailesi O’nu özel dershaneye göndermek istediğinde cevabı, hem mahalleden hem de okuldan bir arkadaşını örnek gösterin, onun gidemeyeceği dershaneye ben de gitmem olmuştur. Ailesinin bu yöndeki tüm ısrarı Yusuf’u ikna edemez. Çünkü o, daha o yaşta adaletsizliğe ve eşitsizliğe karşıdır.
Ortaokul ve liseyi kenar mahallelerdeki okullarda okur. Okulu uzak olmasına rağmen, yürüyerek gider-gelir. Bu yıllarda merak saldığı etkinliklerden biri de futboldur. Okul takımında futbol oynar. Ve en büyük hayali futbolcu olmaktır. Ancak ailesi istemez bunu. Okula devam etmesini isterler. Futbolu çok sevmesine rağmen üstelemez konuyu ve üniversiteye gitmeye karar verir.
Yusuf ailesinin içinde bulunduğu maddi zorluklar karşısında da boş durmaz. Ailesi onun çalışmasını istemese de o, çeşitli işlerde çalışır. İnşaat işçiliği yapar, tarlada çalışır, ufak-tefek alım satım işleriyle uğraşarak ticaret yapar.
Yusuf lise son sınıftayken babası Almanya’da rahatsızlanır. Almanya’daki doktorlar ümit yok, çalışamaz artık, son günlerini evinde geçirsin demesi üzerine yurda gönderilir Halil Amca. Çalıştığı iplik fabrikasında genç yaşında kanser olmuştur. İskenderun, Adana, Ankara dolaşırlar, çalmadık doktor kapısı bırakmazlar. Ancak kansere yenik düşer Halil Amca…
Babasının vefatı üzerine sınavlara hazırlanamaz ve üniversiteyi kazanamaz Yusuf. Bu dönem ara ara iş bulup çalışır. Diğer yandan da üniversiteye yeniden hazırlanır. Ve aynı yıl girdiği üniversite sınavında Dicle Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü’nü kazanır. 1994 yılında başladığı üniversite öğrenimi hayatının dönüm noktalarından biri olur Yusuf’un.
Demokrat-sol bir aile çevresinden gelen Yusuf’un bir çok yakını SHP üyesidir. Ancak Yusuf bu partilerin adaletsizliğe, açlığa, yoksulluğa çare olmadığını görür. Ve bir şeyler yapma istediğini yıllarca yüreğinde taşır. Ama bunun nasıl olacağını bilmez. Bu arayışları Diyarbakır’da ete kemiğe bürünür.
Okula başladığında kendisi gibi Hataylı olan ve polis tarafından Diyarbakır’da katledilen TÖDEF’li Refik Horoz’la tanışır. Bu tanışma kısa sürede Yusuf’un politik olarak tercihini yapmasına da vesile olur. Yusuf TÖDEF’lileri tanımasıyla yerinin burası olduğuna karar verir ve mücadelenin dışında bir yaşam olmayacağını düşünür. Refik’in de emeğiyle Yusuf TÖDEF’li olur.
Bir süre Refik, Selim ve Hüseyin’le aynı evde kalırlar. Bu arada birçok şeyi paylaşırlar. Bu dönem Yusuf’un hareketi tanıdığı, devrimciliği öğrendiği dönemdir.
Refik’lerin katledildiği gecenin sabahında, katliamdan habersiz bir şekilde oraya gider. Evin etrafının polis tarafından kordona alındığını görünce durumu hemen arkadaşlarına iletir. Sonrasında katliamın yaşandığını öğrenir.
Birçok şeyi paylaştıkları arkadaşları, yoldaşları silahsız ve savunmasız olmalarına rağmen katiller sürüsü tarafından katledilmiştir. Ağırdır bu durum. Yalnız Yusuf için değil, Diyarbakır’da Refik’lerle beraber mücadele içinde yer alan tüm TÖDEF’liler için zordur. Yusuf bilir ki onların anılarına sadık kalmak ancak mücadelelerini büyütmekle olurdu. Yusuf da öyle yapar. Refik’lerin ardından mücadele içinde daha aktif olarak yer alır. Artık çalışmaların yürütücüsü ve de örgütleyicilerinden biridir.
Yusuf, mücadelesini ailesinden gizli-saklı yapmaz, ailesini ve çevresini de mücadeleye katma çabası verir. Üniversitede yürüttüğü çalışmanın yanında, yaz tatillerinde de memleketinde çalışmalarını sürdürür. Çevresindeki arkadaşlarıyla, akrabalarıyla mücadele üzerine konuşur. Birçok kişiyi dergiyle tanıştırır ve düzenli olarak okumalarını sağlar.
Çevresine taşıdığı örgütlü mücadeleyi, kendi ailesine de taşır, onları da mücadeleye katma uğraşı verir.
*
Kardeşi devam ediyor anlatmaya: Yusuf çevresine çok güven veren biridir. Kim hangi sorunla gelirse gelsin, tartıştırarak, sorgulatarak çözerdi. İnatçılığı, cesareti, halk sevgisi, fedakarlığı, emekçiliği tüm canlarımızın ortak özelliği olduğu gibi, O’nun da en belirgin özelliğidir. Tüm bu özelliğiyle olması gerektiği yeri tereddütsüz seçmişti. Ve devrimciliği seçmesiyle bize ve çevresindeki arkadaşlara ülkemizde devrimci olmanın gerekliliğini anlatıyor, bilinçlendiriyordu.
Halkın yaşadığı yoksulluğun kaynağını, buna sebep olanları, halkın kurtuluşunun nerede olduğunu, nasıl olacağını anlatırdı. Tüm bunları inançla, sabırla, sonuç alana kadar sürdürürdü. Kavgasını, sevdasını büyütmenin sabırsızlığı içindeydi hep. Bizi de buna hazırladı. “Ben gideceğim” derdi. Biz “Nereye?” diye sorduğumuzda ise “Halkımın yanına, kavgasına…” diye cevap verirdi.
Yusuf ilk olarak bizleri dönüştürmeye, devrimcileştirmeye başladı. Bizi şehit ailelerine götürür, tanıştırırdı. Sonra tutsak aileleriyle tanıştırdı ve tüm ailelerin tanışıp kaynaşmasını sağladı.
Artık zamanın her saniyesini değerlendiriyordu. Bizlere kitap-dergi getiriyor okutuyordu.
Bize karşı hep açık oldu. Çok önemliydi bu yani. Yaptığı her şeye bizi de katmaya çalışırdı. Ve yapardı da…
Babam öldükten sonra evin büyük erkeği olarak sorumluluklar ona kalmıştı. O bu sorumluluğunu biliyor ve yerine getiriyordu. Ama biz de kendi ayaklarımız üzerinde durmamız gereğini ve kendisinin her zaman yanımızda olamayacağını anlatırdı. Annem onunla ilgili ileriye dönük planlar yapardı. Yusuf uygun bir dille bunların gereksiz olduğunu anlatırdı.
Aileden yana bir problem yaşamadı… Kararlıydı, giderken hiç tereddüt yaşamadı…”
*
Yusuf arkasından gelenlere yol açar İskenderun’da. Bir çok insan, Yusuf okula döndüğünde kendi imkanlarıyla dergiyi takip etmeye çalışır olmuştu.
Diyarbakır’da birçok kez gözaltına alınır. Diyarbakır’da olduğu gibi, bölgede de öğrenci gençlik mücadelesinin toparlayıcılarındandır. ’97 yazında TÖDEF’li öğrenciler olarak düzenledikleri yaz kampının basılmasıyla gözaltına alınır ve tutuklanır. Kısa bir süre Adana Kürkçüler Hapishanesi’nde tutsaklık yaşar. Tahliye olduğu gün herkes onun tahliyesine sevinirken, o üzüntülüdür. Zira o tahliye olduğu günle de, mücadele içinde yetkinleşmiş yoldaşları tutsak düşmüştür. Yusuf, onlardan öğreneceği çok şey varken bu fırsatı kaçırmanın üzüntüsündedir. Karşılamaya gelenlere de bu üzüntüsünü anlatır.
Tutsaklığın ardından ailesine, kendisine mücadeleyi bırakması yönünde baskı yapmaya başlar akrabaları. Annesine de oğluna mücadeleyi bıraktırmadığı için kızıyorlardı. Yusuf yine her zaman ki gibi kızmadan, olgunluk içinde anlatıyordu onlara… Annesiyle de uzun uzun konuşuyordu. Annesi, Yusuf’un anlatımlarının da etkisiyle çevresindekilere oğlunun onurlu, namuslu iş yaptığını anlatıyordu.
Tutsaklığın ardından yeniden Diyarbakır’a döner. Ancak savaşçı olma arzusuyla mücadelesini büyütme istediğini dile getirir hep.
Çok yönlü kişiliğini devrimci mücadeleye de taşır. Diyarbakır’da daha önce kurulmuş olan, ancak etkinliğine devam etmeyen TÖDEF’in müzik gurubu Koma Berfin’i yeniden kurarlar. Yusuf da bu çalışmalarda yer alır ve grubun bağlamacısı olur.
Aynı yıl grup çalışmalarını sömestrde de sürdürmek için tüm arkadaşlarını alarak İskenderun’daki evlerine getirir. Burada İstanbul’da, İdil Kültür Merkezi’nde verecekleri konsere hazırlanırlar. Çalışmalarından biri de Refik Horoz’un mücadelenin farklı alanlarına olan sevdasını ve kavuşamamanın hasretini dile getirdiği şiiri bestelemek olur.
“Şimdi cihan parçalarının türkülerine
Silah sesleri karışıyor.
Ben zapdedemem yüreğimi
Ah derim, ah…
Ah Diyarbakır
Sevdalımdan ettin beni…”
Refik Horoz
*
“… O süreçte grubun çalışması için arkadaşlarını bize getirmişti. Konser hazırlıklarını tamamlayana kadar bizim evde çalıştılar. Hazırlıklarını tamamladıktan sonra, İdil Kültür Merkezi’nde konser vermek üzere İstanbul’a gideceklerdi.
*
İstanbul’a gelmesi Yusuf’un yaşamında yeni bir dönemin başlangıcı olur. Koma Berfin konserinin ardından İstanbul’da kalır. Bir süre Devrimci Gençlik dergisinde çalışır. O, mücadelesini farklı bir alana taşımak için ısrarlıdır. Ve bir süre sonra da ‘adalet savaşçılarından biri olmak için beklemeye geçer.
“Yusuf’la ilk olarak 97 Mayıs’ında gerçekleştirdiğimiz ‘Nasıl Bir Üniversite İstiyoruz Kurultayı’nda tanıştık. Kurultayın ikinci günü piknik düzenlemiştik. Pikniğin açılış konuşmasını Yusuf yapmıştı. Süreç üzerine birçoğumuz söz alarak düşüncelerimizi belirttik. Kendi içimizde düzenlediğimiz bir forum, Yusuf’un konuşmaları toparlamasıyla sona erdi.
Kurultaydan sonra 98 Şubat’ının sonunda İstanbul’a geldiklerinde yeniden karşılaştık. Koma Berfin olarak konser vermeye gelmişlerdi. Ama yanlarında Diyarbakır’da ne kadar TÖDEF’li varsa hepsi de gelmişti…
Güzel bir konser verdiler. Konser sonrası Yusuf Diyarbakır’a dönmedi. İstanbul’da kalarak bir süre gençlik dergisinde çalıştı. Daha sonra yeraltına geçmek üzere, benim de gidip-geldiğim bir evde beklemeye geçti. Bir evde Yusuf’la iki aya yakın beraber kaldık.
Yusuf’u anlatmak için söylenecek sözlerin başında mütevaziliği gelir. Birçok şehidimizin mütevazi olduğunu okumuştum. Ama bunu Yusuf’ta pratik olarak gördüm. Ukalalık, bilgiçlik Yusuf’un hayatında yeri olmayan şeylerdir. Onun hayatı boyunca yanında olmuş, ya da uzun süre beraber yan yana bulunmuş biri değilim, ama iki aylık süreçte bunu görmek, anlamak mümkündü.
Bilgili, inançlı ve çalışkandı. Karşısında yanlış bilgiyle konuşan birini dahi dinler, doğruyu onun yanlışını yüzüne vurarak değil, uygun bir dille, olgunluk içinde anlatırdı. Zaten bir kere olsun ne tartıştığını gördüm, ne de ağzından kötü bir laf duydum. Ne iş olsa ilk o atılırdı. Bu davranışı kaldığımız ev ahalisinin de hiçbir işe dokunmamasına neden olurdu. Eve gelince bu durumu görünce kızıyordum, o yine sakin, olsun birşey olmaz, nasıl olsa ben gidince yaparlar diyordu. Bazen de bana göstermeden yapıyordu işleri, üzülmeyeyim diye.
Ben geç geliyordum kaldığı eve. Çoğu gece ikiye, üçe kadar otururduk, sohbet ederdik. Tarihimizi konuşurduk karşılıklı, sonra gerillayı ve gerilla yaşamını… Güncel konularla ilgili de konuşurduk. Çalışmaları anlatırdım, o da fikrini söylerdi… Sabah uyandırmamak için sessizce çıkmaya çalışırdım. Bunu bir kaç kez yaptıktan sonra, ne kadar sessiz olsam da yakalıyordu. Ve hemen çay yapmaya koyuluyordu. O kadar candan ısrar ederdi ki geri çeviremeyeceğiniz bir durum doğardı.
Güzel bağlama çalardı. Ve elbet güzel de yemek yapardı. Eli maharetliydi. Hatay yöresinin tüm yemeklerini yapardı. Eve gelen giden herkesle güzel ilişkiler kurmuştu.
Beraber kaldığımız günler ’98 1 Mayıs’ına denk gelen günlerdi. 1 Mayıs öncesi genel operasyonlar yayılınca Yusuf’u evden çıkarmamız gerekliliği doğdu. Ancak götürecek fazla bir yerimiz yok. Sonra aklımıza ilişkide olduğumuz bir arkadaşın evine gitmek geldi. Oturduğu semt güvenli bir bölge. Bu yüzden orayı tercih ettik ve birkaç arkadaşla oraya gittik. Bizi gören arkadaşın ailesi zaten politik olduğumuzu-devrimci olduğumuzu az çok anladı. Ertesi günü 1 Mayıs olduğundan, oğullarıyla beraber 1 Mayıs’a gideceğimizi kestiriyorlardı. Bu sebeple tedirgin oldular. Bunun üzerine bir de arkadaş dükkanda biriktirdiği boş şişeleri evine getirince tedirginlikleri iyice arttı. … Bizim arkadaşın evine gelmemiz ve arkadaşın şişeleri o gün eve getirmesinden şüphelenen annesigil, eski solcu olan babasını ve eniştesini arıyorlar. Ailesi durumu ablasına anlatınca, ablası, molotof yapacaklar diyor ve bizim kaldığımız evi arıyor. Telefonda başlıyor açık açık konuşmaya “Molotofla yakalanırsanız 18 yıl hapis yatarsınız!.. Çabuk oradan ayrılın! Ben seni ve arkadaşlarını gelip alacağım, güvenli bir yere götüreceğiz!” lafları ediyor. Bu konuşmalar telefonda geçince kalmamız olmaz diye başka bir yere gitmeyi düşündük. Ancak evin bulunduğu mahalle sapa bir yerdi ve saat de 12’yi geçiyordu.
Çaresiz kaldık o akşam. Ama herhangi bir olumsuzluğa karşı da hazır-tetik bekliyoruz. Yusuf’un güvenliği için yeni bir yere gidiyoruz, orada da daha riskli bir durumla karşı karşıya kaldık. Yağmurdan kaçarken doluya yakalandık diyorduk.
Sabah 05.30 gibi ben ve bir arkadaş alana gitmek üzere ayrıldık. Yanımdaki parayı da Yusuf’a bıraktım. 1 Mayıs bitiminde buluşmak üzere de randevulaştık. Çatışma yaşanınca Yusuf’la buluşma imkanımız kalmadı. Olay bittikten sonra eve döndüğümde Yusuf’un benden önce eve vardığını gördüm. Normalde evi bulması çok zordu. Bir defa gelmişti, o kadar. Ama hafızasına kazımış yeri. Sordum nasıl geldin diye, o da anlattı, merkezi bir yere kadar otobüsle geldiğini ve oradan da yürüdüğünü söyledi. Para harcamamak için de ne yemek yemiş, ne de başka bir araca binmiş… Parayı harcamamak istememesinin nedeni, partiye ait bir şeye verdiği değerdir. Kullanması için, ihtiyaçlarını karşılaması için getirdiğim parayı da kendi için kullanmaz, kaldığı evin ihtiyaçlarını görürdü.
Onun paylaşımcılığı, kendinde olanı başkasına sunmasındaki fedakarlığı hep gözümün önündedir. Bir de her gün vedalaşmamız gözümün önündedir. Ne zaman gideceğini bilmediğimizden her sabah sarılır ayrılırdık. İki gün yanına uğrayamadım işlerden dolayı. Sonra geldiğimde arkadaşlar onu almışlardı. Sonra Antep’te tutsak düştüğünü duydum. Tutsak düşmeden önce bir kere selamını almıştım.
Yusuf’un Ölüm Orucu Direnişçisi olmasına ve menzile ulaşmasına hiç şaşırmadım. Onu tanıyan herkes de aynı düşüncededir. Çünkü onunla tanışan herkes inancına, fedakarlığına tanık olmuştur…”
*
Beklediği, arzuladığı günler gelir ve yeraltı faaliyetlerinde yerini alır. O artık adalet uygulayıcısıdır.
1999-2000 yılları arasında Akdeniz bölgesinde faaliyet yürütür. Düşmanın bölgeye yönelik düzenlediği bir çok operasyonu atlatır. Bölgede çalışma yürüttüğünü duyan düşmanın birinci hedefi olur. 2000 yılı Ağustos ayının sonunda Antep’te tutsak düşer. Önce Antep Hapishanesi’ne, oradan da Ceyhan Hapishanesi’ne sevk edilir. 19 Aralık Katliamı’nı Ceyhan’da yaşar ve ardından Sincan F Tipi Hapishanesi’ne sürgün edilir.
Yusuf, Ölüm Orucu Direnişi’nin başından itibaren gönüllüler arasındadır. 7. Ekip içerisinde yer alır. Ancak partinin iradesiyle ekipten çıkarılır. O büyük onuru kuşanması için bir ekip daha bekleyecektir. Ve, 1 Mayıs 2002’de yola çıkan 8. Ekip Savaşçıların arasında yerini alarak yürüyüşüne başlar.
*
“Uzun bir aradan sonra ilk kez kendi arkadaşlarımla aynı mekanı paylaşacak olmanın coşkusuyla akşam yapılacak hücre değişikliğini bekliyordum. Her zaman hızlı geçen saatler sanki yorulmuş gibi ağır ağır işliyor, geçmek bilmiyor. Tek kişilik hücremde volta atıyor, düşüncelere dalıyordum. Bildiğim tek şey, ‘Yusuf ARACI’ adında bir yoldaşımızın yanına gidecek oluşumdu. Kimdir, nasıl biridir gibi sorular soruyordum. Kendime, ama cevap hep “Ne farkedecek yoldaşlarının yanına gideceğim ya, gerisi önemli değil…” oluyordu.
Akşam oldu. Gardiyanlar kapıyı açıp eşyalarımı arabaya koyduktan sonra inceden bir titreme sardı bedenimi. Heyecanım daha bir artmıştı. Kısa bir yolculuktan sonra yeni hücrenin kapısı açıldığında pembe külahlı, uzun sakalları, yüzünde gülücükler açan Yusuf karşımdaydı. Aramadan sonra hemen içeriye girip birbirimize sarıldık. İkimiz de coşkulu, heyecanlı ve mutluyduk. Yusuf da uzun süredir o hücrede tek kalıyormuş. Aynı hücreyi bir yoldaşla paylaşacağından o da en az benim kadar heyecanlıydı. Eşyaları aldık ve bir kez daha sıkı sıkı sarıldık. Sonra yukarı çıktık. Sohbet edecek bir çok şey olduğunu biliyorduk.
O akşam gece 2’ye kadar sohbet ettik. Daha edecektik ama ara verdik, sabaha ve diğer günlere de kalsın diye.
Yusuf Arap milliyetindendi. İlk bakışta Arap olduğu anlaşılıyordu. Düşmana olan kini 12 Eylül döneminden geliyordu. Babasını erken kaybetmiş. Annesi hem baba, hem anne olmuştu onlara. Çok seviyordu annesini, ailesini… Yusuf annesiyle birlikte alış verişe gitmeyi çok severmiş. Annesi bir gün ona, yarın seninle pazara gideceğiz diye söz vermiş. Yusuf da bunun sevinciyle sabah erkenden kalkıp hazırlanmış. Evden dışarı çıkarlarken üç-dört tane asker ellerinde silahlarla kapıya gelip “içeri girin! Dışarı çıkmayın!.. Dışarı çıkmak yasak, sıkıyönetim oldu!” demiş. Yusuf’un bütün sevinci, heyecanı o anda sönmüş. İşte o gün anneyle birlikte pazara gitmelerine engel olanlara ilk küfürü ettiğini anlatmıştı.
Şimdi de son defa, coşkuyla çıktığı ölüm yolculuğuna engel olmak isteyenlerin suratına çarptı bedenini, hiçbir engeliniz beni yolumdan döndürmeyi, coşkumu söndürmeyi başaramayacak diyerek…
Bugüne kadar verdiğimiz şehitlerimizin özelliklerini sayardım; coşkuyu, atak, kararlı, kendisine güvenli vb… Yusuf için ise, fedakarlığı, mütevaziliği ve tüm canlılara beslediği sevgisini söylerim ilk olarak. Kendisine zarar vermediği sürece böceklere dahi zarar vermemek için elinden geleni yapıyordu. Onlar hakkında birçok şey bilirdi. Bir arı aşırı ses çıkarıyorsa ölmek üzeredir derdi. Sinekleri öldürmez hücrenin dışına çıkmalarını sağlardı. Bir gün bu inceliğine takılarak “Yusuf bir sineği bile öldüremiyorsun, düşmanı nasıl öldüreceksin?..” demiştim. O da “Bu sinek düşmandan daha çok yaşamayı hak ediyor, en azından kendi soyuna zarar vermiyor…” diye cevap vermişti.
Mütevazi, çalışkan bir kişiliğe sahipti. Eli birçok şeye yatkındı. Emekçiydi, çaba harcamaktan kaçınmazdı. Kafasına koyduğu şeyi mutlaka yapardı. Güzel de olurdu. Bir gün flüt yapacağım demişti. Benimle şaka yaptığını düşünmüştüm. Ben hücrenin üst katında kitap okuyordum, o da alt katta oturuyordu. Kesme, kırma, törpüleme sesleri hiç durmadı. 1-2 saat sonra inceden bir flüt sesi gelmeye başladı. Birden şaşırdım. Hemen aşağıya koştum. Yusuf elindeki flütü bana gösterdi ve “Bak oldu. Ama sesi tam çıkmıyor. Onu da yakında hallederiz…” dedi. Gözlerime inanamadım… Şeffaf tükenmez kalemin bir ucunu flüt ağzı gibi yakmış. Kaleme nota delikleri açmış, flütün ağzına da bulaşık deterjanının plastiğinden ağızlık yapmış. Bir kaç gün daha uğraşarak hücre koşullarında yapılabilecek bir flüt yapmayı başarmıştı.
Yusuf Refikleri çok severdi. Sık sık onları anlatırdı. Mücadele içinde beraber çalışma yürütmüşler. Refiklerin evine sık sık gidermiş. Bir gün kendi kaldığı öğrenci evinden sabah çıkıp, bakkaldan ekmek-peynir alarak, aynı mahallede bulunan Refiklerin evine gidiyor. Eve yaklaştığında çevredeki polisleri fark ediyor. Refiklerin evinin kuşatıldığını anlıyor ve panik yapmadan güzergahını değiştiriyor ve hemen eve dönüyor. Beraber kaldığı arkadaşlarına durumu anlattıktan sonra, okula gidiyorlar. Haber veriyorlar, Refiklerin evi sarıldı, oraya gitmeyin diye. Bu esnada Refiklerin katledildiği haberini alıyorlar. Hepsi çok üzülüyor. Kendilerini toparladıktan sonra cenazeleri almak için çalışmalara koyuluyorlar.
Yusuf, hemen hemen mücadelenin her alanında küçük-büyük demeden koşturmuş ve birçok zorluklara katlanmıştı.
*
Dışarıda aynı dönem gençlik içinde yer almamıza rağmen bir kez olsun Yusuf’la karşılaşmamıştık Kurtuluş dergisi çalışanı şehidimiz Mehmet Topaloğlu’nun cenazesine katılmak için yapılan hazırlıklar sırasında, Adana’ya gidecekler için para sorunu olduğu için benim para bulmaya gitmemde; 98 yılında Kurtuluş dergisi merkez bürosuna yapılan baskında Yusuf’un apartman girişinde iki arkadaşımızla, yoldaşlarımızın gözaltına alınışına sessiz kalmamak için düşmanla göğüs göğüse çatışmasında ya da İdil Kültür Merkezi’nin tamiratında yerleri süpürürken, perdeleri asarken karşılaşmamız içten bile değilken, karşılaşmamış olduğumuzu sohbetlerimiz sırasında öğrendik.
Tanımak-tanışmak bu hücrelere nasip oldu…
Resim işlerinde çok yetenekliydi. Beraber kaldığımız üç ay boyunca anma ve kutlamalarda gönderilmek üzere çizilecek olan kartlar elinden hiç eksik olmadı. Ondaki bu cevheri görünce hemen yanına sokuldum bana da öğretsin diye. Öğreteceğine söz vermişti, ama beklenmedik bir şekilde gidince öğrenim yarım kalmıştı…
Özel günler için sık sık kart yapıyordu. Beğenilen her karttan 60-70 tane çoğaltmak gerekiyordu. Benim ona yardımım sadece yaptıklarından kopya çekmekti. Zaman kısıtlı olunca panikliyordum. Bu kadar kısa zamanda nasıl yetiştiririz: çiz, boya, mesajını yaz… Yetişmez diyordum. Ama Yusuf hep soğukkanlı davranıyordu. Bazen de kızıyordum, önemsemiyorsun diye. O da hep “Merak etme yetişir, yetişir…” diyordu.