Kadınların Kayıp Hayatları
Kadın cinayetleri, geri kalmış toplumların derin yarasıdır; ataerkil düzenin anaları doğumundan itibaren erkekleri egemen erkek anlayışına göre şekillendirince, bu, cinsiyet eşitsizliğinin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Erkeklerin kadınlardan üstün olarak yaratılmış olduğuna inanır, inanmak ister. Bu bakışa göre kadınlar hep erkeğe bağlı olmak zorundadırlar. O nedenle de kadının erkekle eşitliği söz konusu olamaz. Özellikle kapitalizm bu bakış açısından vazgeçmek istemez. Çünkü var olan sisteminin bekası bu bakışı açısını sürekli canlı tutmaktan geçer. Bunun aracılığıyla kadınları kontrol eder, tehlike olmaktan çıkarır. Sömürüsünü bu şekilde sürdürür. Kadının toplumda ikinci sınıf görülmesi, sömürüsü ya da ona şiddet uygulanmasının temelinde bu sömürü sistemi vardır. Elbette devletle birlikte erkek de bunun uygulayanıdır. Fakat erkek bunun tek sorumlusu değildir. Bu anlayışı hakim kılan, kadına ve erkeğe öğreten düzenin kendisidir.
Her gün duyduğumuz kadın cinayetleri, bireysel eylemler değil, sistemin sunduğu hoşgörü kılıfıyla meşrulaştırılan bir toplumsal şiddet biçimidir. Kadına yönelik şiddet sarmalı toplumu, en modern kesimden en ücra köşesine kadar, sararken, erkek egemen düzenin kurbanı olan kadınların çığlıkları duyulmuyordu.
Bir kadının hayatı, toplumsal normlarla, kültürel kültlerle şekillendirilir. Kadın, nesne haline getirilerek varlığı bir “mülkiyet” olarak görülür.
“Bir kadının yapabileceği en büyük hata, kendisi için özgür yaşamak istemesidir” ifadesi, milyonlarca kadın için sıradan bir gerçeği ifade eder. Yalnızca kendi hayatlarına yön verme arzusunu dile getiren kadınlar, onları bir “mülk” olarak gören zihniyetler tarafından cezalandırılır. Özgürlük talepleri, ölümle sonuçlanan bir başkaldırı olarak görünür.
Cinsiyet Eşitsizliğinin Temellerinden Biri Güç Dengesizliğidir
Avcı toplumdan bu yana erkeklerin gelişen fiziksel üstünlüğü, kadınların üzerinde baskı kurmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır.
Bu güç dengesizliğine dayanan toplum, erkeklerin kendilerini haklı çıkarmalarına ve şiddeti meşrulaştırmalarına olanak tanır. Kadınlar, sadece cinsiyetlerinden dolayı sürekli fiziksel bir tehdit altında olduklarını bilirler.
Kadınların bedenleri üzerinde kontrol sağlamak, erkeklerin elindedir; bu sıradanlaştırılan, kadınların yaşamlarını kısıtlayan ve onları tehlikeye atan bir durumdur.
Kadın erkek arasındaki fiziksel güç dengesizliği, sadece bireysel ilişkilerde değil, politik ve toplumsal bağlamda da kendini gösterir. Devlet politikaları, cinsiyet eşitliğini sağlamak yerine, bu dengesizliğin sürdürülmesine hizmet eden, kadına şiddeti hoş gören mekanizmalar geliştirmektedir. Kadınların korunmasına yönelik yetersiz yasalar ve caydırıcı olmayan ceza sistemi, şiddet uygulayan erkeklerin cezasız kalmalarına neden olur. Sonuç olarak, bu durum, kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin sürekli artmasına yol açan bir kısır döngüyü besler.
Kadın cinayetleri, sadece erkek bireysel öfkesinin bir yansıması değildir; bunun arkasında, toplumsal normlar ve kültürel algılar yatar. Namus davası, ağır tahrik, hafifletici sebepler gibi kavramlar, giderek artan erkek şiddetinin kadınların hayatlarını sona erdirmesi için meşru zemin oluşturmaktadır.
Egemenlerin medyası, bu karanlık tablonun artmasına yol açan erkek egemen ideolojinin önemli bir parçasıdır. Kadın cinayetlerini ele alırken, kurbanları nesneleştirir ve cinayetleri sıradanlaştırır. İlişkinin iç dinamiklerine dair sorular sorulurken, cinayetlerin erkek tarafından işlenmiş olduğu unutulur. Bu, cinayetlerin sıradanlaşmasına, kadın hayatının değersizleşmesine neden olur.
Bu acı verici gerçeklerin gölgesinde, kadınların yaşama mücadelesi, cesaret ve direniş simgesidir.
Sonuç: Bir Çığlık ve Umut
Kadın cinayetleri, yalnızca bir istatistik değildir. Her biri bir yaşam hikayesidir. Bu cinayetler, toplumun karanlık yüzünü ifşa ederken, aynı zamanda kadın direnişinin simgesidir. Kadınlar, varoluş mücadelesi verirken, “Ben varım” demekte; bu ses, toplumun derinliklerinde yankılanmaktadır. Ancak kadına sınıfsal bakılmadığında, ezilen emekçi kadınların sorunları gölgelenir, çözüm için yanlış adres gösterir.
Kadın cinayetleri politiktir; çünkü bu cinayetler, sadece bireysel öfkelerin bir sonucu değil, sistemin yarattığı bir şiddet biçimidir. Bu nedenle, susmak yerine sesimizi yükseltmeli, toplumsal değişim için mücadele etmeliyiz. Çünkü her bir kayıp, bizleri daha da güçlendirir; her çığlık, değişimin habercisidir. Kadınların yokluğu, yalnızca bireysel bir kayıp değil, toplumsal geleceğimizin karanlık bir kenarını temsil eder. Açlığın, şiddetin, ahlaksızlığın kol gezdiği bir yaşamı, kadınlarımıza reva gören, bu ülkedeki kurulu düzendir. Onları eve hapseden de şiddete maruz bırakan da fuhuşa sürükleyen de aile içi geçimsizliklerin kaynağı da bu düzendir. Sosyal kültürel, sınıfsal olarak kökleşmiş olan sömürü bir anda çözülecek sorunlar değildir. Bu kadar çok yönlü bir kuşatma altında olduğu içindir ki; sorunun çözümü de öyle yasa değişiklikleriyle halledilemeyecek kadar köklüdür. Ancak sistem değişikliğiyle mümkün olabilir. Kolay bir savaş değildir. Kadın kendisi de bu statüleri kabul etmemesi, bugünden yarına değişim için savaşmalıdır. En önemlisi ise kendi önüne koyduğu sınırlardan kurtulmalıdır.
Türkan Doğan