Av. Selçuk Kozağaçlı ile Söyleşi: “Suçumuz Mücadele Edenlere Güç ve Güven Vermek!”

Gazeteci Özge Kar Odabaşı’nın Halkın Tutsak Avukatı Selçuk Kozağaçlı ile Yaptığı Söyleşiyi Paylaşıyoruz

***

8 buçuk yıl Silivri Hapishanesi’nde kaldıktan sonra tahliye edilen ÇHD Onursal Başkanı Avukat Selçuk Kozağaçlı, sadece 12 saat sonra yeniden tutuklandı. Kozağaçlı, hukuksuzluğun damga vurduğu bu sürecin ardından ilk kez konuştu ve ne yazık ki yüz yüze yapıl-a-madı bu söyleşi.

Sorularımı Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) Onursal Başkanı Selçuk Kozağaçlı’ya yolladım; güvenlikten, gardiyanlardan, masalardan geçerek ona ulaştı. Yanıtlar da aynı yoldan, aynı kontrol mekanizmalarından geçerek geri döndü.

Bu söyleşi bir karşılaşmanın, bir tanıklığın, bir devredilen sözün parçası. O söz ki, içeride hâlâ yankılanıyor. Yıllar geçti, dosyalar değişti, koğuşlar değişti ama değişmeyen bir şey vardı: Halkın avukatlığından, adaleti savunmaktan vazgeçmeyen bir irade.

Kimi zaman bir kitabın sayfasında, kimi zaman gökyüzüne bakarken içilen kahvede, kimi zaman da en yalnız sanık kürsüsünde -o söz hâlâ orada. Kozağaçlı içeride de sözünü kuruyor, direniyor. Çünkü bazı sözler içeride de olsa susturulamaz. Ulaşmakla da kalmaz: çoğalır.

Kapılar açıldığında geceydi. 12 saatlik bir özgürlük… Ne eksik ne fazla. Bir kahve, birkaç yıldız, aynı koridorlar, aynı sloganlar. O anları düşündüğümüzde “ne değişebilir ki” diye sorarız belki. Ama bu söyleşide anlıyoruz: bazen bir gökyüzü yeter, bazen bir yudum kahve. Ve bazen de, yalnızca içeriden gelen bir gülümseme.

24 saat bile geçmeden yeniden tutuklanmak nasıl bir duyguydu?

“Tanıdık” diyelim, çünkü başıma ikinci kez geliyor. 2018’de, -henüz tutukluyken- bizi tahliye eden mahkeme heyetini bir günde dağıtıp, derme çatma bir heyetle yeniden tutuklamışlardı. O iş için kullanılan mahkeme başkanı sonradan siyasal iktidar açısından baya önemli bir figüre dönüştü. Hukuken “yapılamaz” işleri yapmaktaki ünü bizimle başladı yahut acemiliği bizde çıktı.

Bu tek günlük salıverilmeler benim için tanıdık dedim ama benden biraz daha içedönük bir insanı da fena hırpalayabileceğini fark ettim sonradan. Uzun süreli tutsaklık kendine özgü düzen, alışkanlıklar, tahammül gücü yaratıyor, bir günlüğüne başka dünyaya dahil edilip yeniden kapatılmak bu düzeni dağıtıyor. Belirsiz süreyle yeni bir yapı inşa etmek zorunda kalıyorsunuz. Başka birisi açısından “işkence” kabul edilmesini yadırgamam o yüzden. Benim aklımda zorluğundan çok güzelliği kaldı.

Aynı koridordan tekrar yürümek, sizi sloganlarla uğurlayanlarla yeniden karşılaşmak size ne hissettirdi?

Gündelik yaşamda başınıza çok sık gelmeyen, güçlü, unutulması zor anlar bunlar. Yoğun hisleri arka arkaya yaşıyorsunuz: Öfke, sevinç, hüzün, şaşkınlık, merak… Zaten hapse girmenin en zor yanlarından birisi dışarıda üzgün ve sizi özleyen insanlar bırakmak. Böyle olunca bir kere daha üzülüyorlar. Yine de koridorlardan hücreme doğru yürürken -bu arada aynı hücreme geri döndüm 12 saat sonra- coşkumda azalma yoktu diyebilirim.

Hücre arkadaşlarınızla yeniden bir araya geldiğinizde size ilk ne söylediler?

Aslında yine sloganlarla karşılandım. Öfkeliydiler. Süreci saatlerce televizyondan takip etmişler, yani geri geleceğimi biliyorlardı. Tabi bu durum bana takılmalarına engel olmadı; “Senin dışarıda Bir tutunma problemin mi var? Yoksa bizi mi özlüyorsun?” dediler. Kucaklaştık. Bir de hapishanede başınıza pek gelmeyecek bir hoşluk oldu. Beni dışarı uğurlayan arkadaşlarımdan birisi çok kısa süre sonra tahliye oldu; bu kez ben onu uğurladım. Aynı sahneyi çok kısa aralıkla -farklı açılardan- iki kez yaşamış olduk, güldük.

Bu kısa özgürlük anında dışarıdaki gökyüzü size nasıl göründü? bir çay ya da kahve içtiniz mi? Tadında bir fark var mıydı? 

Tadı kesinlikle farklı birkaç kahve içtim. Dışarıda harika tesadüfle bir araya geldiğimiz ve arkadaşlarının tahliyesini bekleyen gençlerin termosları vardı. Kişisel kahve termoslarının Ne kadar yaygınlaştığını böylece öğrenmiş oldum. Hapishanede yıllarca granül hazır kahveler içtikten sonra arka arkaya nefis filtre tatlar denedim ilk bir saat boyunca. Kahve ile ilişkimi orada tazeledim, kabul ediyorum.

Gökyüzüne gelince o büyük şaşkınlık tabi. Hava artık kararmıştı. Hapishane, dış güvenlik spotları nedeniyle bildiğimiz anlamda gece gökyüzüne sahip değil. Ay dışında -çok şanslıysanız- sabah ve akşam Venüs’ü ile yakın birkaç yapay uydu dışında gökyüzünde ışık görmek mümkün değil. Derinliği ve hatta bir miktarda kozmos duygusunu kaybediyorsunuz yıllar içinde.

Kapının önünde uzun süre kafamı kaldırıp yıldız seyrettim. Açık ve güzel bir geceydi. Şimdi insana metaforik geliyor ama “ufkun genişlemesi” diye gayet fiziksel bir olgu var. 8 yıl boyunca 8 adımda duvardan dönüyorsanız ilk çıplak gökyüzü gerçekten heyecan verici genişlikte geliyor.

Aynı anda hem müvekkil hem sanık olmak nasıl bir ruhsal yük oluşturuyor?

Sadece bu değil, mesleğin ilk yıllarından itibaren başımıza gelen çoklu rol çatışması hali var. Sanık müdafiliği, müdahil vekilliği, mağdurluk, tanıklık, izleyicilik, gözlemcilik, raportörlük ve elbette sanıklık birbirleriyle hemen yer değiştirebilecek şekilde yaşamınıza giriyor. Ben esas tehlikenin mesleki alışkanlıklar ve “rol içinde” inşa edilen kültürün sanık bilincini zayıflatması olduğunu düşünüyorum. Sanıkken bile “avukat gibi” davranmak zorunda hissetmek, çok özen gösterip sanık gibi davranmaya gayret edilmesi gerektiğine inanıyorum.

Yani sizi oraya diken, tıkan, irade hukuk değil siyaset tartışmayı zorunlu kılıyor, teknik bir oyun yahut müzakere değil irade savaşına ihtiyaç duyuyoruz. Ben başarabildiğim ölçüde “sanık bilinci” ile davranmaya çalıştım ki bu dosya tartışmayı değil hesap sormayı içeriyor. Sanıklığın ise avukatlığa zararı yok. Farklı pencerelerden bakmayı öğrenmiş ve mesleki perspektifinizi geliştirilmiş oluyorsunuz. Tabi eğer devamında avukatlık yapmanıza izin verilecekse…

Bugünün Türkiye’sinde bir avukat, özellikle de ‘halkın avukatı’ neden suçlanıyor? Avukatlık mesleği neden bu kadar kriminalize edildi? ‘Halkın avukatı’ olmak sizin için ne demek?

Halkın avukatlığı meselesini devamında konuşalım ama önce genel olarak avukatlığın yargı içindeki pozisyonlarında bir uyumsuzluk var. “Hukuk Devleti” bazı spekülatif ön kabullere dayanıyor:

Masumiyet karinesi, kanunsuz suç ve ceza olmaması, geriye yürümeme, yasak delil, savunma hakkı gibi.

Bugün çoğu basitçe yalana veya manipülasyona dönüşmüş olmakla birlikte, devlet tarafından suçlanmanın ve cezalandırılmanın tarihsel marjlarını bize -belli belirsiz- hatırlatsınlar diye sayıyorum.

Avukat yardımı, bunların tamamını sağlıklı kullanabilmenin ön şartı.

Fakat, suçlanan kişinin avukat yardımı alması, mesleğin neredeyse en ilkel döneminden bu yana “profesyonel cezadan kurtarıcı, yalancı, yasanın boşluğunu bulan…” bir kişiden para karşılığı hile öğrenmekle özdeşleştirilmiş. Avukat, gerçeğin ortaya çıkmasını engelleyen, geciktiren, saptıran kişiliği algılatılmaya çalışılmış.

Yani bize söylenen “polis yakalamış, savcı tarif etmiş, hakim cezalandıracak, bunların hepsi birden niye yanılsın size niye ihtiyaç var?”

Eh, zaten mesleğiniz yarı yarıya “suç” diye tarif edilmiş kamu gücünün gözünde. Buna bir de yoksuldan, işçi sınıfından, siyasal ve toplumsal muhalefetten yana ücretsiz, sistemli avukatlık yapmak -buna halkın avukatlığı diyelim- eklenince bizzat avukatın kendisi suçunu kabul ediliyor. Eğer “sempati” duymuyorsa, niye çok düşük ücretlerle veya “teröristlerin” davalarını ücretsiz kabul ediyor? Niye sürekli yasayı, uygulamayı, iktidarı eleştiriyor? Demek “suçla” veya “suçlulukla” ilişkisi var! Düz, basit ama işe yarayan bir akıl yürütme. Hukuksal prosedüre biraz yabancı her insandan çok kolay onay alabiliyor.

Halkın Avukatlığı ile ilgili en güzel tanımı bir suçlama cümlesinde görmüştüm; diyor ki savcı: “…avukat eyleme katılmamış ama eylem boyunca orada durup bekleyerek eyleme katılan insanlara güç ve güven vermiş…” İşte güzel suçumuz bu; mücadele eden insanlara güç ve güven vermek.

Sizin için özel anlamı olan bir varlık ya da kavram var mı?

Ben çok fazla taşınılan bir evde büyüdüm; kente, eve, eşyaya hatta arkadaşa bağlanmak söz konusu değildi. İki yılda bir yeniden dünya kurmanız gerekiyordu. Ama mutlaka bir şeyler söylemek gerekirse; kurşun kalemlere, sardunyalara, gözlük iplerine, pipolara ve kütüphanelere normal sınırların biraz dışında ilgi duyduğum söylenebilir. Alyansım dışında, kaybetmenin beni etkileyeceği bir “nesne” yok yaşamımda.

Hapishanede bir çay, bir pencere, bir sessizlik size ne söylüyor?

Hapishanede sessizlik iyi değildir. Çayı alıp pencereden avluya veya gökyüzüne bakmamayı -gerekirse irade kullanarak- başarmak gerekir. Siyasi tutsağın kendisini hüzünden, nostaljiden, özlemden mümkün oldukça -ve melankoliden mutlaka- koruması gerekir. Elbette her zaman başarılabilir anlamında söylemiyorum ama burada akan zamanı burada örgütlemek zorundayız. Okuma, yazma, yemek, spor, sohbet, uyku. Geçmişe veya geleceğe her zihinsel uzanış buradaki yaşamdan çalmak anlamına gelebilir ve uzun sürerse sonuçları iyi olmaz.

Soru şuysa; dışarıyı düşünmek nasıldır hapishanede? Eh, güzeldir demeyen yalan söylemiş olur.

Bildiğimiz kadarıyla kahveyi seviyorsunuz. Dışarıda içmek istediğiniz özel bir kahve, bir yer, bir anı var mıydı?

Kahve bağımlılığım otuz beş yıllık bir hikaye; başarabildiğim kadarıyla iyi taneyi seçip kavrulmasından çekilmesine, saklanmasından demlenmesine özen göstermeye çalışırım. İyi tiryakiyim veya tiryakiydim; hazır kahve insanın hevesini köreltiyor.

Güzel, mavi bir espresso cezvem vardı, ince çekilmiş kahve demlemeye elverişli; en sık o geliyor aklıma. Birkaç da kumda kahve pişiren güzel mekan, Ankara’da, İzmir’de…

Günlük rutininiz içeride nasıl şekilleniyor?

Herkesin farklıdır ama ben “gündüzcü” denilen tutsaklardanım. Sabah 6.00 ile akşam 22.30 arasındaki aktif olanlara öyle diyoruz. Yaz günlerinde neredeyse 12 saat açık olan bir havalandırmamız var. Büyüklüğü 4 metreye 6 metre sayılır. 9 metre yüksekliğinde duvarların arasına sıkışmış. Yanları dikenli telle, üstü ise tel kafesle kapatılmış. Ama yine de çok kıymetli. Sabah 8-15 gibi açılıp akşam ezanı saatinde kapatılıyor genellikle. Bu ikincisinde aynı zamanda “sayılıyoruz”.

Kuyu tipi -Yüksek Güvenlikli Hapishanelerde insanları bu kadarından bile mahrum edip, havalandırmasız tecrit hücrelerinde infaza zorluyorlar. Bu küçük bahçenin lüks değil, insani yaşamın alt sınırı olduğunu direnişle göstermeye çalışıyoruz. Daha fazla kapatma ölümle eş anlamlı bizim için ve direnmek zorunlu o yüzden.

Ben günde en az bir saat koşuyorum veya yürüyorum sabahları. Sonra duş. Kapı açılmadan kahvaltımızı etmiş olduğumuz için yarım saati geçmeyen ikide yemek molası veriliyor gündelik hayata; öğle yemeği birden önce, akşam yemeği yediden önce halledilmiş oluyor.

Gazete okumaya ve günde yarım saati, (genellikle haberler veya müzik) geçmeyecek şekilde televizyon izlemeye çalışıyorum, fazlası benim için bunaltıcı ama dikkatli ve seçici davranarak geceleri televizyonu verimli kullanan arkadaşlar olabiliyor.

Günde yaklaşık üç yüz sayfa kadar okuyorum; hemen hemen, günde bir kitap diyelim. Fırsat buldukça da yazıyorum. Benim rutinimde özel bir durum belki avukat ziyaretleri denebilir; tutsak edildiğim günden bu yana, yaz kış, pandemi, adli tatil fark etmeden, günde ortalama iki avukat görüşmesi yaptım. Yüzlerce meslektaşımla ilk defa hapishanede tanıştık, bazıları ben tutuklandığımda çocuk denebilecek yaşlardaymış zaten; beni tanıyor, hatırlıyor veya ziyaret etmek istiyor olmalarından mutlu oluyorum.

Size içeride en çok eşlik eden yazarlar, kitaplar, şiirler, şarkılar kimlerdi?

Son derece karmaşık bir okuma listem var; birazı benim tercihlerim ama büyük çoğunluğu insanların benim okumamı istedikleri kitapları getirmesiyle oluşuyor. O nedenle küçük bir liste imkansız gibi… Bilim kurgudan şiire, kutsal metinlerden felsefe, tiyatro ve siyaset kuramına kocaman bir dizi liste gerekir. Edebiyatın her türüne ilgi duyuyorum. Her yılın kendi alt türünde en iyilerinden listeler yapıyorum, karşılaştırıyorum, çaprazlıyorum; bayağı bir uğraş okumak anlayacağınız…

Direnişi, adaleti ve hafızayı taşıyan 3 kitap öneriniz olur mu?

Tamirci (Bernard Malamud), Günler, Aylar, Yıllar (Yan Lianke), Aralığın Onu (George Saunders) birden fazla kez okuyup üzerinde düşündüğüm kitaplardan bolca da önerdim üçünü…

Sizin için görülmeli dediğiniz 3 yer neresi?

Göbeklitepe (Urfa), Katmandu (Nepal) ve Havana (Küba) beni farklı nedenlerle çok heyecanlandırmıştı.

Hepimizin ekonomik zorlukları, hareket kısıtlılıkları olduğunu biliyorum. Ancak ben benzer zorluktaki yerlere kıyasla, fırsat doğduğunda bir kere daha bu üç yeri ziyaret etmek isterdim.

Türkiye’de yeni bir barış süreci konuşuluyor. Sizce barış ne? Sizin için anlamı nedir?

Barışın ne kadar büyülü bir kelime olduğunu anlamak için elbette savaş koşullarına büyümüş, kayıplar vermiş, göçe zorlanmış, geçmişte yas ve gelecekte umutsuzluk görmüş insanları dinlemek lazım. Ben çok dinledim; onları anlıyorum ve barış derken kastettikleri şeyi biliyorum.

Fakat yaşadığımız coğrafyanın yenilgisiz bir barışa izin vermesi çok zor. Yoksulluğumuz, işgaller, saldırganlık bitmediği; kısaca emperyalizm burada at koşturduğu sürece hiçbirimiz için barış yok. Emperyalizmin planlarına eklenmek, bize konulan sınırlara ve bizim için öngörülen indirgenmiş hayatlara razı olmak dışında halklara barış önerilmiyor.

Uzun süreli müzakere, ateşkes ve fiili tasfiye süreçlerinde dünyanın her yerinde “barış” denmeye başlandı; bunların halkın yaşama üzerindeki kısa vadeli etkisini anlayabiliyorum ancak Arjantin’den Kolombiya’ya, Filipinler’den Gazze’ye gerçeğimiz ortada: Bir süre durabiliriz, belki uzun süre dengede dayanabiliriz ama eninde sonunda yine dövüşülecek. Kapitalizm “barış temelli” bir üretim biçimi değil.

Bu süreç herkes için mi geçerli? Hasta tutsaklar, fikir ‘suçluları’, sosyalistler, avukatlar için de barış var mı?

Elbette Kürt siyasal hareketinin kendi tarihsel dinamikleriyle geldiği yer ve siyasal iktidarla ilişkisi ülkedeki diğer muhalifleri doğrudan etkilemiyor. Orada karmaşık ve birbiriyle ilişkili programlar, jestler, tavizler, tehditler var. Bir yandan “terörsüz” adı verilen dönemin bir tür “demokratikleşme” tetikleyeceği düşüncesi yaygınlaştırılmaya çalışılıyor ancak diğer yandan bunun “muhalifsiz olduğu için terörsüz” bir siyasal iktidarın konsolidasyonu olma ihtimalini görebiliyoruz.

Yani hayır, siyasal iktidara, kapitalist emperyalist toplumsal formasyona, mülkiyete, iş sözleşmesine muhalifseniz bu sizin “barışınız” olmayabilir. Kadın mücadelesi ekolojik mücadele gibi daha ana akımlaştırılması mümkün politik hareketler açısından bile mevcut iktidarla barış zor görünüyor.

Avukatlar için Barış yasama ve yürütme erklerinin değil, yargı erkinin de halk mahkemeleri aracılığıyla doğrudan kullanılacağı gün; yani artık bu mesleğe ihtiyaç duymadığımızda gelecek.

Devlet, geçmişte ağır bedeller ödemiş kesimlerle barışmaya hazır mı sizce?

Devletler kendi suçları konusunda bırakın barışmayı hatırlamaya bile son derece isteksizdir. İspanya’daki “Tarihsel Bellek Yasası” gibi denemelerin bile ne kadar sınırlı sonuçlar üretebildiğini gördük.

Adenaur yönetimi, Federal Almanya’yı inşa ederken Nazilerin suçlarına değil kadrolarının devşirilmesine yoğunlaşmıştı. Tahkimat yine sola, yani en ağır bedeli ödeyen halka ve sınıfa karşı yapıldı.

Devletler ikonik hafızalara sahiptir, asla ve hiçbir şeyi unutmaz, hiçbir kaydı silmez ve işine gelmeyen hiçbir şeyi hatırlamaz. Devletler barışmaz.

Sol sosyalist çevrelere yönelik hâlâ sürdürülen baskıyı nasıl yorumluyorsunuz?

Belki belli bir yadırgama izi taşıyan “hala” kalıbı üzerinden konuşmalıyız. Ne oldu ki hala?

Sosyalizm mücadelesi her türlü devletin en temel korkulu rüyasıdır ve üretim ilişkileri değişinceye kadar bir numaralı “düşman” kabul edilmeye devam edeceğiz. Zaman zaman milliyetçiliğin -1944 davaları gibi- din devleti talebinin -90’lar gibi- hatta cumhuriyetçi laikliğin yakın çatışma konusu kabul edildiği doğrudur yahut etnik/mezhepsel sorunlar gündemi işgal edebilir fakat bu durum her türlü sermaye devletinin temel düşmanının sosyalist mücadele olduğu gerçeğini değiştirmez.

Hapishanelerde yıllardır tutulan insanlar için bu süreç bir umut mu, yoksa yeni bir beklenti tuzağı mı?

Hapishaneler ülke politikasından izole alanlar değil. Elbette her türlü gelişme buradaki insanların yaşamlarını etkiler.

Siyasi tutsaklar “beklenti tuzağına” düşmeyecek kadar uzun bir geleneğe sahiptir. Diğer yandan kendi umutlarını üreten, canlı tutan mekanizmalara da sahipler. Sürprizlere kimse itiraz etmez ama süreçle ilgili özel bir beklenti sahibi değiliz.

Türkiye’de bugün adalet kavramı neye evrildi sizce?

Ben hukuk ve adalet arasında kolaylıkla kurulan kısa devreden hep endişe duydum. Adalet hukuksal olmaktan çok tarihsel/toplumsal bir ilişki türü.

Hukuktansa siyaset üzerinden yaklaşmak daha verimli olabilir.

En azından bazı dönemlerde mahkemelerin ve siyasal iktidarların adalet ile birlikte anılmaları zorlaşır ve sömürü teşhir olur. Bence öyle bir dönem yaşıyoruz ve kimsenin ne iktidardan ne de hukuktan adalet beklentisi var.

Bunun eğer doğru ilişkilenirse verimli siyasal sonuçların olabileceğine inanıyorum. Evet, adalet istiyoruz ve mevcut düzenin bunu sağlayamayacağı fikri yaygınlaşıyor. Bence “Adalet” talebi için doğru denklemin içindeyiz.

Yaşam hakkı sizce bugün ne anlama geliyor?

Yaşam hakkı her zaman ve her yerde temel olarak “öldürülmemek” hakkı diye okunur.

Sadece özel dönemlerde bunu aşar ve anlamsız, gayesiz, sefalet içerisinde yaşatılmaya karşı tepkiyi dönüşür.
Böyle bir dönemdeyiz.

Öldürülme kaygısı yerini bu şekilde yaşamaya zorlanma kaygısına bırakıyor. İnsanlar böyle bir aşağılanma ile yaşamak, çaresiz bırakılarak “yaşamak zorunda kalmak” istemiyor.

Bence bu yaşam hakkının özel ve genişletilmiş bir kavranışı ve son derece isabetli.

Böyle dönemler uzun sürer ve sertleşirse, uğruna ölebileceğimiz hiçbir değer bırakılmayınca yaşamın da anlamı kalmayacağı genel kabul görür. Bunun devrimci ve umudu artıran, mücadelede fedakarlığı teşvik eden bir toplumsal duygu olduğuna inanıyorum.

Ekonomik sefalet ve adalet talebi arasında nasıl bir bağ görüyorsunuz?

Ekonomik sefaletin devrimci bir yükselmeye yol açacağı iddiasının naif ve tutarsız görünüyor. Sefalet bilinci, mücadele gücüne ve arzusuna ket vuruyor. Dünyanın en yoksul ülkelerinde tek bir ciddi itirazın örgütlenememesi aslında bunu gayet iyi gösteriyor.

Ekonomik/Demokratik mücadele, örgütlü ve hareket halinde halk sınıfları, gelişkin ve endişeli orta sınıf katmanları çok daha canlı bir adalet talebi anlamına gelir.

Yoksulluktan çok “mukayeseli yoksunluk” adalet talebine yol açar. Bu da belli bir üretim gücüne, istihdam seviyesine ulaşmış toplumlarda mümkün. Türkiye bu eşiği uzun yıllar önce aştı ve bugün mücadele için en uygun koşullardayız.

Soma Davası’nda işçilerin avukatıydınız. Bugün, katliamın yıldönümünde tutuklu olan sizsiniz; ancak tek bir fail içeride değil. Bu tablo, Türkiye’deki adalet düzenine dair size ne söylüyor? Soma’dan bugüne değişmeyen bu cezasızlık sarmalı, işçi sınıfı için nasıl bir suskunluk yaratıyor?

Maden/Enerji sermayesi, Demir-Çelik sektörüyle birlikte kapitalizmin kuruluşunu sırtında taşıdı. Hem üretim biçimi hem de her bir kapitalist ülkenin stratejik çıkarları açısından vazgeçilemez değer ve ağırlıktalar.

Davayı bunu bilerek, bir büyük maden patronunu hapiste yatırabildiğimiz her günün rejim açısından nasıl temel sarsıcı bir acayiplik olduğunu hiç unutmadan çalıştık.

Yedi yıl hapiste tutmak en azından bu ülkede başarılmış en önemli “hukuk” kullanımlarından birisiydi. Gerekirse mahkemeyi lağvederek yahut Yargıtay Dairesi’ni kapatarak kurtaracaklarını bekliyorduk; nitekim düşündüğümüz kadar pervasız davranarak çözdüler.

Bunu sadece cezasızlık olarak okumayalım. Aynı zamanda maden işçisinin ve ailelerinin gücüydü. Onlar da dava boyunca çaresiz değil, mücadele gücü hissettiler. Sona yaklaştığımızda en “devletçi” işçi veya aile dahi adaletin hukuktan yahut mahkemeden gelmeyeceğini fark etmişti.

Elbette cezasızlıkla mücadele etmeliyiz, ediyoruz ama ben karamsar değilim. Yoksul mağdurlar onlardan beklendiği gibi sadakayla susmuyor, tevekkül göstermiyor, paylarına düşen acıya razı olmuyor. Gerisi bize kalmış; avukatlar, mühendisler, hekimler mesleklerini ve karşılıksız emeklerini bu mücadelenin hizmetine sunacak. Biz kazanacağız.

Söz Hâlâ İçeride

https://www.mesele121.org/sucumuz-mucadele-edenlere-guc-ve-guven-vermek

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Benzer Yazılar