Home Program Direnişin Sesi Bayrağımız Ülkenin Her Tarafında Dalgalanacak*

Bayrağımız Ülkenin Her Tarafında Dalgalanacak*

0

Direnişin Sesi’nde 17 Nisan Çarşamba günü yayınlanan, 16-17 Nisan Direnişleri’nin anlatıldığı bölümün kaydını paylaşıyoruz.

*

Bayrağımız Ülkenin Her Tarafında Dalgalanacak

16-17 Nisan Direnişi

Yer: İstanbul, Sahrayı Cedit, Erenköy, Üstbostancı, Çiftehavuzlar

Tarih: 16-17 Nisan 1992

16-17 Nisan 1992 Çiftehavuzlar

Devrimin Bayrağı Dalgalanıyor Ölüme İnat

16 Nisan… Gün bitmek üzere… Biten gün devrimin zaferiyle sonuçlanacak bir çatışmanın başlangıcına tanıklık ediyor.

İstanbul’un tüm işkencecileri, tüm infaz mangaları sokaklarda; Sahrayı Cedit, Erenköy, Üstbostancı ve Çiftehavuzlar kuşatılmış.

Üstbostancı’da Sinan Kukul, Şadan ve Arif Öngel direniyorlar katiller sürüsüne karşı. Teslimiyet yok Üstbostancı’da. Çatışarak kuşatmayı yarmaya çalışıyorlar.

Katiller sürüsü Erenköy’de de Ahmet Fazıl Özdemir, Hüseyin ve Satı Taş’ın sloganlarıyla, marşlarıyla karşılaşıyorlar. SDB’ler komutanı Fazıl ve yoldaşları 16-17 Nisan direnişini örüyorlar inançları ve cesaretleriyle.

Kozyatağı’nda Ayşe Gülen’le Ayşe Nil Ergen, katillere karşılarında teslim olan bir devrimci görme mutluluğunu tattırmıyorlar.

Ve direniş Çiftehavuzlar’da doruğa çıkıyor, bayraklaşıyor. 17 Nisan bir operasyondan doğan direniş destanının adı olarak kazınıyor tarihe.

Operasyon polis telsizlerinden ilk olarak 21.30’da duyuluyor. Açık bir belirtme değil bu. Ama yine de “birşeyler” olduğu belli. Basın bölgeye akıyor.

Çiftehavuzlar bölgede en son kuşatılan üs.

Saat 23.00 sıraları… Hemen her operasyonda, her kuşatmada olduğu gibi, yollar sokaklar kesiliyor. Halk evlerine hapsediliyor. Ve bir katliam daha, bir direniş daha polis açıklamalarının klasik kalıpları içinde boğulmaya çalışılıyor.

Ama öyle olmuyor Çiftehavuzlar’da. Direniş saat saat, an an tüm ayrıntılarıyla kalıyor tarihe. Düşmanın, düşmanın devletinin o güne kadarki direnişlerden halka, devrimcilere ulaşmasını önlemeye çalıştığı o inancın, coşkunun, bağlılığın gücü tüm görkemiyle yayılıyor Çiftehavuzlar’dan.

Çiftehavuzlar’da Karasu Apartmanı’nın 12. katındaki kuşatılan üste Devrimci Sol Merkez Komitesi Üyesi Sabahat Karataş ve yoldaşları Eda Yüksel ve Taşkın Usta vardır.

Kuşatmanın daha ilk anlarında Sabahat Karataş telefonun ahizesine uzanır ve tuşlara basar. Aranan TAYAD Başkanı Gülten Şeşen’dir. Soğuk kanlıdır Sabo, sakin, güçlü.

Merhaba. Evimizi sarmış durumdalar. 30 dakika oldu. Ben ve iki yoldaşım varız. Yarım saattir oyalıyoruz. Tüm belgeleri banyoda yaktık. Bir çöp bile bırakmadık. Biraz sonra ateş etmeye başlarlar. Çatışacağız. Niyazi’lerin, Apo’ların, Haydar’ların yanına gideceğiz. 12 Temmuz şehitlerinin yanına gideceğiz.

Hemen arkasından Eda alır bu kez ahizeyi.

– Bizler Devrimci Sol savaşçıları olarak Türkiye halkları için şehit düşeceğiz. Bizler çok iyiyiz. Çok sakiniz. Kızıldere’de, 12 Temmuz’da ölümü gülerek kucaklayan yoldaşlarımız gibi, biz de ölümü gülerek, çarpışarak karşılayacağız.

Soğukkanlıdırlar.

Bulundukları üssü kuşatan ağır silahlarla, bombalarla donatılmış yüzlerce polisin biraz sonra saldıracağını bilmektedirler. Panzerler, ekip otolarıyla doludur tüm çevre. Uzun namlulu silahlar üzerlerine çevrilidir. Yani ölüm, eşikte bile değildir artık, eşiği aşmıştır. Ama yine de soğukkanlıdırlar.

Can telaşı yoktur onlarda.

Kuşatmayı fark ettikleri anda, saldırıya karşı barikatlarla güçlendiriyorlar üslerini. Ve bir yandan da yoldaşlarının güvenliğini koruma çabası içindedirler… Kuşatmanın yarım saati dolarken, Karasu Apartmanının 12. katının penceresinden yoğun bir duman çıkmaya başlıyor. Herkesin gözü o pencerede şimdi… Biraz sonra Eda geliyor pencereye:

– Lağım fareleri, size bir çöp bile bırakmadık…

Katiller sürüsü ilk yenilgisini almıştır. Morallerini küfürlerle yükseltmeye çalışıyorlar.

Kuşatılmışlardı.

Biraz sonra öleceklerdi.

Ama onlar hala diğer yoldaşlarını düşünüyorlar.

Saat 00.20… Telefonda Sabo konuşuyor; soruyor:

– Sinan’dan haber var mı? Sinan’ı sorun, haberleri açın, dinleyin. Haber almaya çalışın…

Saat 01.20

– Sinan’dan haber var mı? Telefon ettiniz mi? Haberleri dinlediniz mi? Sinan’dan bahsediyorlar…

Saat 02.30

– Sinan’ın öldüğünü söylüyorlar. Lütfen bana haber getirin.

– Amcabeyimi sorun…

Ölüm karşılarında. Kaygıları kendileri için değil, yoldaşları içindir. İşte ölüm karşısındaki güçlülüğün, işte ölümün farklı, devrimci kavranışının ifadesidir bu.

Zaman sabaha karşıdır. Ölüm biraz daha yakınlarındadır artık. Biraz daha kucaklamışlar onu. Bu anda telefonda şunları söyler Sabo:

– Düşünüyorum, yoldaşlarıma yardımcı olmak istiyorum. Zorluyorum kendimi. Nasıl bulduklarını bilemiyorum… Bir günlük olay…

İstanbul’un caddeleri, sokaklarıyla dosttu Sabo. Cuntanın o güç yıllarında kurulmuştu bu dostluk. Sonrasında da devam etmişti. 10 yılı aşkındır illegal koşullarda yaşıyordu. İlkeli, disiplinli, kurallıydı. En güç günlerde sahip çıkmıştı harekete. Ve bugünlere ulaşmasında büyük pay sahibiydi. İlkeli, kurallı yaşamıyla yoldaşlarının, örgütünün güvenliği onun için her şeyden önemliydi. Şimdi de yoldaşlarıyla paylaştığı aynı kaygıydı.

Düşünüyorlar. Kendilerini değil yoldaşlarını. Düşünüyorlar, canlarını değil, yoldaşlarının ve örgütlerinin güvenliğini… Vefa, dostluk, yoldaşlık, bağlılık, ölümden önce geliyor onların kavrayışında.

Kararlıdırlar ve cesur… Kuşatma dakika dakika daralır. Kurşunlar, bombalar daha yakınlarına düşer. Ama korku yaklaşamaz yanlarına, kararlılıkları gerilemez. Tereddüt geçmez yüreklerinden ve beyinlerinden.

İlk telefonlarında “Çatışacağız. Evlerde, sokaklarda, Malatya dağlarında şehit düşen yoldaşlarımız gibi, Hamiyet’ler, Olcay’lar gibi gülerek gidiyoruz ölüme” derler.

“Hoşça kalın. Sizleri, halkımızı çok seviyoruz” der Eda ahizeyi elinden bırakırken…

Saat 01.20’de ateş etmeye başlar katiller sürüsü. Ardından sloganlar duyulur.

– Yaşasın Devrimci Sol!

– Kahrolsun Faşizm, Yaşasın Mücadelemiz!

Silah sesleri yoğunlaşır. Katiller sürüsüne sandıklarla cephane taşınır.

02.30’da direniş üssüne çatıdan girmeye çalışır katiller.

– Şu anda üstteler, üstten delmeye çalışıyorlar.

Aynı anda polis telsizinden şu konuşmalar geçiyor:

– Bacadayız. Kestaneleri getirin.

– … Anlamadım.

– El bombaları ve tahrip kalıpları.

Hazırlıklar tamamlanmıştır. Katiller sürüsünün şefi var bu kez telsizin bir ucunda.

– Sayın 33.10 Emirleriniz

– Kestaneler yanlış yerde kaynayabilir

– Hayır efendim, tam üstündeyiz.

Bombalar patlar birbiri peşi sıra.

Ve aynı anda Eda şöyle seslenir onlara:

– Hadi tanklarınızla, toplarınızla gelin, girin içeri… Ölülerimiz dahi korkutuyor sizi, geceleri rüyalarınıza giriyoruz. Titriyorsunuz korkudan, hadi girin… Unutmayın ki, devrimci adaletimizden kaçamayacaksınız. Yoldaşlarımız cezalandıracak sizi.

Eda ve Taşkın uzun süredir devrimci hareketin bu üssünün kurumlaşmasında görevliydiler. Düzenin nimetlerine uzanabilecek olanakları vardı. Ama onlar devrimi tercih etmişlerdi, sosyalizme, devrime ve devrimci harekete inanıyorlardı. Kurumlaşmasında emekle, sabırla yer aldıkları bu üssü, işte şimdi Sabo’ya birlikte bu inançlarıyla savunuyorlardı.

Kuşatma, çatışma ve direniş sürer. Bombalar teslim alamaz onları. Katiller sürüsüne cephane taşınır yeniden. Telsizlerin şarjları boşalır; Şişli’den, Üsküdar’dan dolu telsizler isterler… Karşılarındaki irade şarjlarını, mermilerini ve morallerini tüketiyor. Çünkü kurşunlarla, bombalarla süren bu çatışma, bir iradeler savaşı aynı zamanda.

– Evet, bacadan gaz vermeye başladılar… Kapıyı zorluyorlar… Büyük bir gedik açtılar.

Direnişçilerin karşı ateşi yoğunlaşır bu kez.

Üç el tetiktedir, üç yürek direnişte.

Haykırırlar tüm inançlarıyla

– Türk ve Kürt halklarının mücadelesi faşizmi yenecektir!

Düşmanın oyunu bozulmuştur. Katliamlarla yılgınlık yaratmayı amaçlayan oligarşinin hesapları tutmamıştır böylesi bir direniş karşısında. Çünkü geçen her dakika, düşmana sıkılan her kurşun, atılan her slogan devrimin, devrim düşüncesinin, devrimcilerin yenilmezliğinin yeni bir kanıtı olmaktadır.

Bu direniş tüm devrimcilere, yurtseverlere kuşatma altında da olunsa, halk kitlelerine düzenin kofluğunu, devrimci irade karşısında çaresizliğini göstermenin, devrimci propagandanın mümkün olduğunu göstermektedir.

Direniş sürer. Çatışma şiddetlenir.

– Barikatı güçlendirdik. Açamıyorlar. Bir yoldaşımız kolundan yaralandı.

Hiçbir şey ve vücutlarında kurşunlarla açılan yaralar, teslim olmakla ölmek arasında yaptıkları tercihleri milim saptırmaz.

– Bomba kullanacaklar, hazırlanıyorlar. Bizler iyiyiz, sakiniz.

Sınırsızca sakindiler hem de.

Güç onların inancındaydı.

Güç ölümlerinin yükleneceği misyonun bilincinde olmalarındaydı.

Güç halka ve harekete inançlarında, geleceğe, zafere duyulan güvendeydi.

Ölümsüzlüğe inanıyordu onlar.

– Bizler birer kırmızı karanfil olarak ülkenin dört bir yanında açacağız… diyordu Sabo. Ve ekliyordu Eda:

– Devrimci Sol bayrağımız ülkenin her tarafında dalgalanacak.

Saatler akıp gider. Geçen zaman yalnız ve yalnız direnişi büyütmektedir.

Direnişçiler kurşun sağanağı altında pencereden sosyalizmin bayrağını, devrimci hareketin orak-çekiçli bayrağını dalgalandırırlar.

Saat 06.00 sıralarıdır.

Açılan bayrak bir meydan okumadır ölüme ve oligarşiye.

Bayrağı kurşun yağmuruna tutar katiller.

Ama bayrak ölmez, öldüremezler onu.

Orak-çekiçli bayrakla tamamlanan direnişin o anki tablosu katiller sürüsünün yenilgisini ilan etmektedir adeta.

Dalgalanan sosyalizmin bayrağı altında sürmektedir açık çatışma.

Sabaha karşı gelişmeleri aktarmaya da devam eder Sabo.

– Kolumdan yaralandım. Kurşun girip çıktı. Ama ateş edebiliyorum. Banyo duvarını bombayla açmaya çalışacaklar.

Katiller sürüsü başını bir direniş üssüne çarpmıştır. Kapıya, tavana yan duvarlara koşturup dururlar.

– Tam açamadılar, orayı yeniden sağlamlaştırdık. Çok sakiniz, çok iyiyiz. Kanımızın son damlasına kadar çarpışacağız.

Zafer direnenlerindir. Her sözcükleri, her haykırışları bunu kanıtlar. Tekrar tekrar vurgularlar bunu. Saat 07.00’ye yaklaşmaktadır.

– Tankınızla, topunuzla gelin korkaklar.

– 12 Temmuzlarda, Malatya dağlarında yoldaşlarımız nasıl gittilerse ölüme, biz de öyle gidiyoruz.

16 Nisan’da başlayan kuşatma ve kuşatmayı kendi çemberine hapseden direniş 17 Nisan’da da sürer. Gün ağarmıştır artık. Direnişçiler yaralıdır. Sabo kolundan, sonra bacağından yara alır. Ne ki, silahları ve sloganları susmaz yine.

Saat 07.00 sıralarında bayrağın hala asılı durduğu pencerede zafer işaretleriyle Sabo ve Eda görünür. Bir destanın en mükemmel tablosunu çizmektedirler adeta… Sabahı, yeni doğan günü, sosyalizmi, devrimci hareketi, önderliğini ve yoldaşlarını selamlarlar son kez. O duru sesleriyle bir kez daha seslenirler pencereden.

– Halkımız, sizin için ölüyoruz.

Bu görüntüyü hiçbir güç tarihten silemeyecektir artık.

Yaralıdırlar. Direnişlerinin an an tarihe kaydedilmesine aracılık yapan telefona çok sık gelemezler şimdi.

– Kapıyı bombayla açmak için hazırlık yapıyorlar. Telefon kapının yanında olduğu için gelemiyoruz. Artık arkaya çekiliyoruz… Giriyorlar…

Düşman önlerindedir ölüm kusan silahlarıyla. Ölümle aralarında yalnızca bir adım, yalnızca dakikalar, belki saniyeler kalmıştır. Son sözlerini haykırır telefonda Sabo; her şey olağanüstüdür.

– Ellerimizde silahlarımız, dillerimizde sloganlarımızla karşılıyoruz ölümü. Eşime, önderime, Devrimci Sol önderine bizzat selamlarımı iletmeni istiyorum. Tüm yoldaşlarıma selamlarımızı iletmeni istiyorum. Hoşça kalın.

Evet, sözler, sözlerdeki cesaret, sözlerdeki irade, sözlerdeki inanç olağanüstüdür. Olağanüstü bir sözcüktür o anda dillerinde dökülen “Hoşça kalın”

Hiçbir sözcüğün sahip olamayacağı bir derinliğe, hiçbir sözcüğün yüklenemeyeceği bir güce sahipti bu yalın tek sözcüklük “hoşça kalın” vedası.

Ama asla olağanüstü görmediler direnişlerini. Olması gerekeni, olağan bir görevi yerine getirircesine sade ve kararlıydı her şey.

İlk değiller. İlk olduklarını düşünmediler hiç.

“Yaşasın Kızıldere”ydi en sık attıkları sloganlardan biri… Kızıldere’de yanan meşalenin aydınlattığı yoldaydılar.

“12 Temmuz’da ölümü gülerek kucaklayan yoldaşlarımız gibi…”

“Malatya dağlarında şehit düşen yoldaşlarımız gibi…”

“Hamiyetler, Olcaylar gibi… ” diyorlardı.

Ve onlar gibi gülerek, çarpışarak gittiler ölüme.

Gelenekte güçlü bir halka oldular.

Geleneğin ilanı oldular halka ve dünyaya.

Bayrağı oldular geleneğin.

17 Nisan katliamından “ölen ama yenilmeyen, umut ve güven sağlayan, geleceği aydınlatan bir tavır, bir direniş” doğdu. Hemen 17 Nisan’ı izleyen günler de bunun tanığı ve kanıtı olacaktı zaten. Yılgınlık ve demoralizasyon bekleyenler 16-17 Nisan’ın yarattığı büyük coşku ve mücadele potansiyeliyle karşı karşıya kalacaklardı.

Çünkü o gün onlar Sabo, Eda, Taşkın ve 16-17 Nisan’ın diğer şehitleri olağanüstü bir sayfa açtılar devrim tarihimize.

Olağanüstülükleri olağanlıklarındaydı.

Bir evden, bir bürodan çıkarcasına sakin yalın “Hoşça kalın” dediler. Halklarına ve yoldaşlarına. Ölüm sıradandı onların karşısında. Bir “hoşça kalın”la karşıladılar onu.

Direnmek asla “olağanüstü” değildi. Olağan olan, olması gereken ve işte o an Çiftehavuzlar’da olandı.

Bunu anlatıyordu işte o yalın sözcük.

Ölümü gülerek kucaklamak, ölümsüzlüğün, sonsuz varoluşun, halkların yüreğinde ve bilincinde hep yaşamanın adımıydı o an.

O adımı attılar cesaret ve inançla. Ve ölümsüzleştiler. Ölümsüzleştiler, bayrak oldular. İnanç oldular.

Bizeydi veda mesajları, bizeydi çağrıları, halka ve bayrağı taşıyacak olanlara…

Ayağa kalk, kalk İstanbul

At üstündeki yorgunluğu …

Sabahat’ın gür sesiyle seni çağırıyorlar İstanbul

Ve diyorlar ki, yeter, yeter artık, ayağa kalk, kavgaya savaşa gir İstanbul!

NO COMMENTS

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Exit mobile version