Sigarasından bir nefes çekti, duman ciğerlerini doldururken sönmüş kül parmaklarının arasından savrulup yere düştü. Kara şalvarının paçalarını hafifçe yukarı çekti, derin bir “of” çekti ve dumanı yavaşça havalandırma duvarlarını aşarak gökyüzüne bıraktı. Başını hafifçe kaldırıp güneşe baktı. Kör edici ışığa inat, gözlerini kısmadan birkaç dakika durdu ve sessiz bir meydan okumanın ardından mırıldandı:
“Madem ciğerlerimi dolduran bu son nefes olacak, öyleyse olsun.”
O, sıradan bir neferdi; köhnemiş duvarların arasında inancı ve direnciyle sınanıyordu. Elinde kalan tek silahı bedeniydi. Hücre hücre ölüyordu, ama bu bir yenilgiyi değil, direnişin en yüksek haykırışını temsil ediyordu. Her nefesi, bir çağrıydı: “Sessizlik zindandır; direniş özgürlüktür.”
Her gün direnişini yeni bir acıya armağan ediyordu. Bugün Irak’ta tecavüze uğrayan kadınlara, ertesi gün Filistin’de tanka taş atan çocuklara. Başka bir gün SEKA kâğıt fabrikası işçilerine, sonra başka bir mücadeleye… Dört mevsim geçmişti; dört mevsim açlık, ama aynı zamanda dört mevsim onur ve direniş. “Hücrelere sığmayacağız, inancımızdan soyunmayacağız,” diyordu her solukta. Aç bedeni, her an tok bir cevap veriyordu zulme, sessizliğe ve boyun eğmeye.
Ölüm orucunun 290. günündeydi. Artık bedeni tükenmiş ama inancı büyümüştü. “Son ben olayım,” diyordu. “Direnişte zaferi getiren bedenimin ölümüyle noktayı koyan ben olayım. Başka yoldaşım ölmesin. Halkımız bir daha sömürülmesin.”
Yaşatmak için ölümü kucaklamıştı. Bir önceki ölüm orucu ekibindeki yoldaşları gibi, tereddütsüz yürüyordu bu yola. Yarını kucaklayan bir sevdalı gibi, gözlerinde umut, yüreğinde kararlılıkla… Ölümü bir son olarak değil, başka hayatların filizlenmesi için bir başlangıç olarak görüyordu.
Bu, sadece bir ölüm orucu değil, tarihe yazılan bir direnişti. “Bedenimi alabilirsiniz, ama inancımı asla,” diyordu. Ve onun sessizliği, dünya için haykıran bir çığlığa dönüşüyordu. Hücrelere sığmayan bir direnişin, özgürlüğe adanmış bir ömrün hikâyesiydi bu.
Umut